30 Aralık 2009 Çarşamba

Aranızda 25. Saati izlememiş olanlar varsa bu ve bunun altındaki videoları izlemeMEniz tavsiye edilir!!!!




FUCK!!! Without any fucking censor!!! JUST AN EASY AND RELAXIN FUCK and that's all I wanna say....

Kötü şeyler yaptım... artık ne desem nafile....

Karanlık tarafa doğru çekilirken an ve an bir yıl daha bitiyordu, ben 24 yaşında, aklımda "hayatın baharı nerdedir?" sorusunun eşlik ettiği bir dizi düşünceyle ben yorgun, tanımadığım tarafları keşfediyordum, içimdeki çocuğa her gün kötülük ederken "böyle olmak zorunda" diye kendime dersler verirken, bir yıl daha bitiyordu ve ben 24 yaşımda ve ben yorgun ve ben kötü.... ne bok yiyeceğimi bilemiyordum....

Gökyüzünde ay vardı bu akşam... Dolunaydan biraz eksik ve etrafında bulutlardan bir çember.... Tanrının gözü olsaydı kesinlikle böyle muazzam bir şey olurdu... Bir toz tanesi kendini şu dünyada ne kadar önemli zannederse kendimi o kadar önemli zannedermişim...

İnsanlar görmüşüm.... kendimden vazgeçip peşlerinden koşmuşum.... bilmemişim ki zamanı bol olanın değeri az olurmuş... Çokmuşlar ama hiç yokmuşlar.... İşler varmış, gidişler varmış, mesafeler, yükümlülükler, kurtarılması gereken bir hayat varmış.... Ben birzamanlar bunları derken yokmuş ama şimdi kendileri yaşayınca varmış... Hayatmış bu.... Bilmiyorlarmış ki 5 dakika içinde perdeler kapanıyormuş....


Maskeler yapmışız sonra kendimize.... Yaşama yükümlülüğümüzü derinlere gömüp unutmuşuz ki aslında istesek de yaşayamayacağımızı hatırlayıp da üzülmeyelimmiş... Bakmazsan görmezmişsin, görmeyince de gönül katlanırmış, cahil kalan mutlu kalırmış... Bilginin güç olduğuna inanmışım.... Meğersem güç de sorumlulukmuş... Demoklesin kılıcını farkettiğimde meğersem pamuk ipliği kopmuş.... Şarabını içerken Dionisos'a gülmüşüm... Verdiği dersin alındığını farketmiş olacak ki o da kadehini bana kaldırmış....

Demokles bir süreliğine tahtını bana vermiş ve kılıcıyla tanışmama sadece 5 dakika kalmış..... Herkes bana bakıp da kılıcın sadece benim üzerimde salındığını sanmış ama kimse yukarı bakacak cesareti gösterememiş...

Son bir kadeh doldurmuşum da etrafı seyre koyulmuşum....

26 Aralık 2009 Cumartesi

Ölümden yaşam doğar...

Siz hiç ölümü düşündünüz mü?

Depresyon adası dolaylarında veya içinde bulunduğunuz hayatı unuturcasına değil... Zihinlerinizde büyük bir boşluk veya cennet-cehennem imgeleriyle de değil... Veyahut "zaten öleceksem... salla paşam gönder bi duble daha..." gibi de değil...

Siz hiç ölümü düşündünüz mü?

Neden vardır ölüm, neden giden kimse geri gelmez (şarkıdaki gibi), kendinizi hiç tanrı yerine koydunuz mu? Ben bi kere koydum... Çok saçma gelebilir ama devam edin lütfen (o zaman intihar meğilli olmadığım ortaya çıkacak çünkü). Şimdi düşünün, bütün ruhlar (kolay olacaksa insanlar da diyebilirsiniz ancak maddesel olarak algıladığımız anlamıyla değil. Çevrenizdekilere benzetmek isterseniz bir ağaç deyin, bir taş deyin ya da su deyin ama işte insanmış onlar...) bir gün toplanmışlar... Huzur, mutluluk, refah ve bolluk içinde yaşıyorlarmış... "İnsan bundan sıkılır mı ya?" demeyin... Deyin ki "sıkılmışız..." (henüz gerçek nedeni ben de bulamadım ama bitiş cizgisinde bir açıklama mutlaka olacak) O zamanlar tabi ki tek bir hükmeden güç yok (aslında şimdi de yok ama böylesi daha kolay geliyor inanmaya...), zaten kötülük olmadığı için kural yok ve bu kuralları uygulaması gereken mutlak tek güç de yok... Hep beraber (buna sen de dahilsin ben de) oturup karar vermişiz: "Bir şey yapmalıyız!". Bu şey gerektiğinden karmaşık olmamalı ancak içinde bulunduğumuzda basitliğini hepimizin kavramaması da lazım... Öyle bir şey olsun ki hepimiz aynı olalım ancak birbirimizden haberimiz olmasın, herkes bir herkes de öteki olsun... Hepimizin kendimizce erdemli düşünceleri olsun olaylara dışardan baktığımızda ancak içine girdiğimizde kendimizi tanıyamayalım... Ak-kara olmasın ama sonunda akla karanın ayrılacağına inandıralım kendimizi... N'apalım n'apalım? derken şu anda yaşadığımız sistemi bulup inşa etmişiz... Herşey güzelmiş ve ilk başlarda bazı eksiklikler varmış... Mesela ilk gelenlerin sayısı az diye herkes birbirini kolluyormuş, seviyormuş ancak kimin gerçekten ayaklarının üzerinde bireysel  olarak durabilip kimin topluluğa çaresizce bağımlı olduğu ayırt edilemiyormuş bu yüzden de önceki yaşamdan çok farklı değilmiş... Bir eksiklik de şuymuş: "insanlar" yaşamaları gerekenden çok yaşıyormuş, zira bitiş denilen şeyden habersizmişiz... (Her ne kadar toplanıp tanrıyı oluştursak da demek ki tanrıların da öğrenecekleri şeyler ve tadacakları yeni zevkler varmış...) Sonra üzüntüyle tanışmışız... Kaynağı gene bizmişiz ama bilmezmişiz... Yıllar boyu bu üzüntüleri biriktirip durmuşuz... Çok ağır gelmişler... Bu böyle olmaz diyerek yeni bir şey keşfetmişiz: Ölüm!

Hiçbirimiz başta (kendi yarattığımız şeyi hatırlamadığımızdan olacak) ölümü kavrayamamışız... Birşeyleri sevmişiz ve onlar bir gün gözümüzün önünden rızalarımız olmadan gitmişler... Üzülmüşüz, sinirlenmişiz, isyan etmişiz ama bunların hepsinin kendimize olduğunu gene de bilmemişiz... Asıl üzüldüğümüz sevdiğimizin gidişi değil de bizim onunla istediğimiz şeyleri yapamamış olmamızmış, o gidiyormuş bi yere ama biz daha birey olamadığımız için yalnız kalıyormuşuz, kızıyormuşuz ona "beni neden burda yalnız bıraktın..." diye. İşte bunları düşünmemiz de normalmiş çünkü birazdan söyleyeceklerimi düşünüp de uygulamaya koyabilirsek zaten dünya gene geçmişe dönecekmiş ve bir anlamı kalmayacakmış... Özet olarak sistemi böyle kurmuşuz ve şimdiye kadar da tıkır tıkır işlemiş...


Peki nedir ölüm? Parası olan, genç, güzel ve her istediğini elde edebilen bir bayan için bir lanet... kanserle boğuşup her kemoterapide binlerce kez ölen için baldan tatlı bir lütuf... Ama ölüm aynı ölüm, değişken olan sadece hayatlar...

"Hiç gitmeyecekmişsiniz gibi yaşamayın" diyenlere inanmıyorum bilakis hayatı böyle yaşamak gerektiğini düşünüyorum. Demek istediğim hayatın her zevkine dalın da sonunda yaşamayı çok da istemeyeceğiniz kadar karışmış bir hayat ve kullanılamayacak bir beden sahibi olmayın, ancak zevkine varın herşeyin...

Konuya geri dönersek... Siz hiç ölümü tabu olmaktan çıkarıp da düşündünüz mü? "Yarın ne yapsam?"ı düşündüğünüz gibi, "Alışverişte ne alsam?"ı düşündüğünüz gibi.... Siz hiç bir eyleme geçmeden önce "5 dakika sonra ölebilirim" diye düşündünüz mü? Ben deniyorum... ve bazıları için çok tehlikeli olabilecek birşey oldu.... ama şimdi bazı gerçekler vardır ya, hani kendin deneyimleyip bulunca muazzam birşeydir ancak cümleye dökülüp de önüne hazırcana verilince içi boş gibi görünür (bkz. lütfen basit atasözlerinin hayatınızdaki yansımalarını inceleyin ne demek istediğimi ucundan bucağından anlayacaksınız) işte bu söyleyeceğim de o kadar yalın ve net ki bu yüzden her yalın ve net şey gibi çok boş görünür.... Ölümü düşünün ama faydacı olarak düşünün, pratik olarak düşünün. Çıkıp dans ettiğinizde kimlerin güldüğü önemli değil, (zaman eğer göreceli ise) zaten 5 dk. sonra hepsi de öldüler, tozlarınız bile kalmadı.... Karşıda gördüğünüz kişiyle tanışmak istiyosunuz... e tanışın çünkü zaten öldünüz...

Ölümü hayattan zevk almak için kullanın.... bu azraile atabileceğiniz belki de en büyük çalım olabilir....


Not: Ben daha neler neler söylemek istiyordum aslında ama "Dünya üzerinde, Güneş altında söylenmemiş söz yoktur dostlarım" diyen düşünür bir kez daha haklı çıktı... Google'da "ölümü düşünmek" diye aratırsanız bu yazının copy-paste silsilesi olduğunu bile düşünebilirsiniz... en sonunda (kendimden hiç beklemezdim ama emeğe saygı diyim ne diyim) Ebru Gündeş'e bağlanıyor konu.... Ölümsüz aşklar var da ölmeyen aşık var mı.... Kadın bütün özeti vermiş şarkıda düşünene.... Kaldı ki Ebru Gündeş ile aynı kefeye koymamın kendilerine hakaret olmasa da çok çok uygunsuz kaçacak nice düşünür düşünüp durmuşlar ölümü... ölmüşler sonra :] ama işte olay bu değil. Kitap, yazı vs okunsun, destekliyorum, ancak kimse kendisinin düşünüp de bulamayacağı birşeyi bir kitaptan öğrenip gelip ahkam kesmesin, ciddiyim sert çıkarım! Ama sen bir miktar düşündün ve farklı bir bakış açısı lazım... nerden bulcan her zaman zıt görüşlü adamı (ya da sadece "ADAM"ı), işte o vaikt oku canım kardeşim! Gerisi.... sınav sorularını ezberleyip ÖSS'ye giren adamdan farksız gözümde...


Not2: Nalet olsun Google'a! Orjinal düşüncenin kökünü kuruttular.... ne düşünsem orda zaten biri düşünmüş... kendimi çok gereksiz hissediyorum an itibariyle....

13 Aralık 2009 Pazar

Dedim dedim hiçbiri dinlemedi....

.... ve insanlar ölüyordu hiç görmediğim şehirlerin sokaklarında. Çocuklar katlediliyordu barış kisvesi altında. "Büyüyünde bölücü olacaklar!" dediler, pek de emindiler. Yatakta, huzurlu bir ölümü düşleyen yaşlılar tank paletleri altında inliyorlardı. Atılan taşın isabet ettiği tamamen zırhlı asker ölmüyordu ama akabinde öldürdüğü kişi vesilesi ile insanlığı da öldürüyordu (ya da aslında insanlık buydu ve bizler çok şişirip abartmıştık, gerçeklerden iğrendiğimiz ve korktuğumuzdan ötürü...)

"Durun!" dedim "Durun! Ne bu şiddet, öfke, zulüm? Kendi bastığınız ve dahasını da basabileceğiniz kağıtlar yetmiyor mu? Kara kara sulara, sarı sarı taşlara mı kaldınız? Teknolojiyi geliştirdiniz ama savaş için miydi hepsi? Obezleri doyurdunuz da sıskalar mı çok geldi dünyaya, tehditler miydi? Barış ve sevgi diyen herkes mi bölüp parçalamaya zemin hazırlıyordu?"

Duymadılar, belki de duymazdan geldiler. O kadar "insaniydiler" ki beni öldürmemek için duymamış gibi yaptılar.


Dedim ki "Gönder artık kara atlılarını, birleştir ve ayır gök ile yeri. Yaşayanları öldür, ölüleri dirilt tekrar. Denizlerin kaynasın, karaların yarılsın. Güneşini batıdan doğur ve artık bu oyunu bitir çünkü yarattığın şey olmasını planladığın şeyden çok uzaklarda artık!"

Cevap verdi: "Olayların böyle olabileceğini ben bile tahmin etmiyordum lâkin olanlar benim de hayal gücümün ötesindeler ve kendi yazdığım senaryo sonundan daha da mükemmel!"

"O zaman inanmıyorum sana!" dedim,

.......

"Ama halâ benimle konuşuyorsun!" dedi bıyığının altından gülerek....


"O zaman sana karşı geldim, lanetle beni!" dedim,


Cevap verdi hiç acelesi olmadan:





"Zaten lanetledim, düşünebildiğini daha önce hiç farketmedin mi?"

You can't save me....

Şarkı gayet açık, fazla söze gerek yok, umarım siz de bööle hissetmiyosunuzdur....


I sold my soul
Just so I could feel paid
I broke my heart
So I couldn't feel pain
I lost my faith
'Coz I can't justify the wait
I've got no hope
That's only for losers and fakes

I'm nothing but user
And none abuser
You don't wanna know what's on my mind
I know I'm just a fool
but I'm not foolin',
I'm not afraid of make fool out of my self

Fuck your money
Fuck your fame
Fuck my life
I'll walk away
Fuck our love
Fuck I'm sorry for anything i've ever done

You can’t save me
You better keep yourself to someone else
Fading, I’m just fallin' into my condition
Faded, you better put your time in somethin’ else
Save me, but don’t worry about it now
Better save your-fucking-self

I lost my mind
Just so I could escape
I still got time
But I know, is too late
I still got friends
To tell me I'm ok
I still alive
But I keep on testing fate

I'm nothing but user
And none abuser
You don't wanna know what's on my mind
I'm nothing but a fool
but I'm not foolin'
I'm not afraid of make fool out of my self

Fuck your money
Fuck your fame
Fuck my life
I'll walk away
Fuck our love
Fuck I'm sorry for anything i've ever done

You can't save me
You better keep your self to someone else
Faded
I'm just fallin' into my condition
Failed, you better put you time in something else
Save me, but don't worry about it now, you better save
your-fucking-self

Try just a little, understand what I'm telling you
I'm not what you think
Start it off
Do the right thing
Life got in the way
You don't know what to say
I'm not asking why

You can’t save me
You better give yourself to someone else
Fading, I’m just fallin’ into my condition
Faded, you better put your time in somethin’ else
Save me, but don’t worry about it now
Better save your fuckin’ self


*Kardeşim Mert'e sevgilerle....

10 Aralık 2009 Perşembe

Hiçten gelir hiçe gideriz, pervaneler misali hep ışığa geri döneriz (aka. Carpediem'e başka bir bakış...)

Şimdii efendim nerden çıktı bu yazma şevki? Ben de bilmiyorum ama bu gece ikinci yazı oluyor yahu. Neyse paylaşımın iyisi kötüsü olmaz. (olmaz di mi? : S )

Efendim bildiğiniz gibi ben bir aya kadar falan mühendis ünvanı alacağım ve herhangi bir mühendise hiçbirşey öğretmeseler şunu öğretirler: Para-Zaman ilişkisi yani kazanç hep maksimum olurken zaman kaybı da minimum olacak. Patron ööle der, işçiler tersini isterler, herkes arayı bulan kişiyi insan kaynakları departmanı, psikoloji birimi (artık her neyse), yöneticiler ve yardımıcıları falan sanır ama işin aslı bu diildir ki :] (Bak dünya gene çok komik) Patron, yardımcısına fırça kayar "Para zaman para zaman para da para zaman da zaman" diye, yardımcı bir yöneticiye gider ve biraz yumuşatarak "Para zaman para ve de zaman" der, yönetici İK'ya gider "Para zaman?" der, İK ya işçi çıkartır ya da psikoloji insanları ile ortaklaşa bir proje başlatır (sanki binanın içi pembe olunca işçi evine daha çok ekmek götürecekmiş de daha mutlu olacakmış gibi :] ) (Yani fabrikayı bir fabrikadan ziyade bir garsoniyere çevirirler ki adamcağızlarda içerde alem yapacaklarını sansınlar henüz sahibi olup olmadıklarından bile haberlerinin olmadığı bilinç altlarında) neyse bu işler döner dolaşır mühendise gelir "Ya para diyolar zaman diyolar sen de bişeyler de ama bana değil!" diye. E kime desin adam gidiyo işçinin yanına, sırtını sıvazlıyo "Hadi be Zülküf usta, koparalım şu işi de kurtaralım yaa!" konulu samimi bir konuşma çekmesi gerekiyor. Yani mühendis aslında aradaki tamponmuş :]


Neysecime ben bunların arasında boğulup da 1 ay sonrasına kendimi hazırlamaya çalışırken "ben hayatsal sorunları neden mühendislik yaklaşımıyla çözmüyorum ki?" Zaten (benim için) önemli filozoflar da önceden (kabaca) mühendislermiş. Şimdi mühendislikte verimlilik diye bir kavram atıldı ortaya yakın zamanda. Yani çok iş az maaş, çok kâr az zaman kaybının ağdalı biçimi ve bu düşünceye göre de "bir şeyi yapmadan önce iki ölç bir biç aynı noktaya döneceksen ve aradaki şeyler gereksiz ise onları hiç yapma." E dedim cihan, doğuyosun bilmediin bi yerden geliyosun, ölüyosun bilmediin bi yere gidiyosun. Aradakiler nereye gidiyo peki? Mesela Zimbabve'de sen bu satırları yazarken (ama siz okurken) ölen adamın adı hiçbir yerde geçiyor mu? Yooo. E sal birazcık o zaman, az biraz rahat ol. Düşün düşün nereye kadar? Kefenin de cebi yok. Hayırsız evladın olursa da zaten ona da dağ dayanmaz. Meçhulden geldik gideriz meçhule. Azcık rahat yaa dedim. Kafayı kaybedince daha ötesi yok dedim. Bööle olmaz dedim. An itibariyle vitesi de rölantiye aldım, olayı kısmete bağladım. Çünkü hayat tek kişi çözülemeyecek kadar karmaşık, çok kişiyle tartışılamayacak kadar sıkıcı, birinden yardım alamayacak kadar parçalanmış, birinin seni anlamasını sağlayamayacağın kadar farklı bir denklem. Çözdüm çözdüm daha da dolandım. Lakin ben bu işin içinden çıkamadım...

O zaman dedim ki: "Haydi gel içelim, bu evrende bir tozsun tarih seni unutsun haydi gel içelim, mazi kalbinde bir yaraysa unut artık ne varsa haydi gel içelim..." dedim.

İçtikçe çözüyorum çözdükçe içiyorum, optimum seviyeyi kaybetmeden üst varlığa kıçın kıçın yanaşma çabalarım devam ediyo. Siz de aynısını hissediyorsanız haydi gelin içelim...

Not: O zaman madem arayı yaşamak zorundayız en çok zevki almaya bakalım. An itibari ile de günün mottosunu: "Boş durma en azından boşa çalış, merak etme boşa gitmez sen git hayata karış!" olarak atadım.

Kötü Kahramanlar İyidirler...

Bir şeyi açıklığa kavuşturmam lazım sanırsam. Ben filimlerde, olaylardan etkilenmeyen, dünyanın en alakasız noktasında yaşayan ve belki de NewYork yok olsa "noldu yaa yaprak mı düştü" diyen adamlarla kendimi özdeşleştirmediğim zamanlarda kötü (olarak tanıtılan) karakterleri seviyorum. Yani çoğu kişi der ya "Abi spiderman'in gücü bende olaydı (hergece bi kızı keserdim :p )...". Yok, hayır ben orda doctor octopus olmayı ne bileyim Yeşil Goblin olmayı falan seçerdim. Ya da efendime söyleyeyim herkes Batman olmayı seçer ama ben Joker'i seviyorum. X-Men'de Magneto'yu ya da bilimum dier kötü karakterleri.

Neden mi?

Çok çekici gelmiyolar, pek de yalnızlar, her seferinde de yeniliyorlar.... bu özellikler pek imrenilecek şeyler değiller sanırsam ama bir özellikleri var ki bütün herşeyleri geçersiz kılıyor: Amaçları!


Şimdi mesela Magneto'nun amacı (bilmeyenler için) kısaca insanların mutantlara yaptıkları baskılara ve ayrımcılığa dayanamayıp kendi türünü savunmak istiyor. O kadar canından bezdirmiş ki insan türü bu adamı, adam artık diktatörlük seviyesine ulaşmış. Belki önceden olsa barış içinde yaşarmış ama insanlara iyilik yaptıkça hep maraz doğmuş, sonuç olarak da kendini savunma mekanizması olarak "Madem bende bu kadar güç var ben neden kendimi türümü korumak için insanları öldürmeyeyim ki ya da köle olarak kullanayım daha iyisi"


Ya da mesela Doctor Octopus'a bakın. Adam dâhi yahu var mı ötesi (Goblin de ööle ama o sonra çıldırıyo sapıtıyo vazgeçtim o diilmişim ben), bak örümceğe sadece ööle fitidi fitidi duvarlarda dolaşsın, sözüm ona bilim öğrencisi ama hep tekme tokat dalsın. Tööbe... Burda ezilen adam Doktordur çünkü insanlar onu dışlıyorlar, dehasından korkuyorlar, ödeneğini kesiyorlar adamcağız da napsın ödenek için cinnet getirip para soyacak (yani yoluna çıkmazlarsa bi zahmet!).


Aynı şekilde Joker'e de hayranım. Dünya kokuşmuş bir durumda ve adam sadece herkesi panikletip çılgınlığın sınırlarına sürmek istiyor. Yeterince kaos yaratırsa bütün yalancı düzen yıkılacak ve insanlar gerçeği görecekler ama yüook, olmaaz illâ ki o siyah pelerinli kahramanımız çıkacak ve günü kurtaracak. Kim için? Henüz suçlulukları toplumun gözüne batmamış, kendilerini gizleyen ama her gün az veya çok kötü birşeyler yapan, kokuşmuş, sözüm ona masum ama içlerinde Jokerciğimden daha gaddar, acımasız ve kötü insancıklar için. Bence Bruce Wayne tam bir kapitalist ve o insanlar yaşasınlar ki koskoca bir Wayne Corporation var, ona para sağlasınlar. Toplumun kötü ilan ettiklerini de bir bir haklıyor ki yoluna taş koymasınlar.

Şimdi bu kötülerin ortak özelliklerini gördünüz mü? :] Bu adamların (dikkat edin filmlerde) çok sağlam savları vardır. Fikirleri vardır ve imkansız şeyler değillerdir sadece yollarına taş konulmaması lazım. Mesela Batman, Spiderman ve  X-Men toplanıp "Abi bugün de çalışmayalım kafa tatili yapalım çay içip okey oynayalım" falan deseler o adamlar dünyaya hakim olurlar ve dünya mükkemmel bir yer haline gelir (herkese karşı savunurum!). Sonuç ona tarihi ve yasaları kim yazıyor? Kazanan. Yani aslında kötüler kazansalar onlar iyi olacaklar.

Kaldı ki kötüler her filimde 1 bilemedin 2 tane falanlar ve bu adamların planları o kadar mükemmel güçleri o kadar muazzam ki bütüüüün kahramanlar, külliyatı toplanıyorlar da anca bööle ucu ucuna kazanıyorlar. Bööle kanlar içinde yerlerdeler, artık nerelerinden nefes alıyorlar, ama ööle suratlarında "dünyayı kurtararak" sanki dünyanın en önemli işini yapmışlar ile karışık bir yorgunluk, mutluluk, tatmin, sevinç vs. ifade karışımı var (Chanel Double Perfection Creme Powder yüze ağır bir katman halinde uygulanınca bu tip çıkıyo zaten ortaya bkz. tiki tayfası). Güç bela "kötüyü" yeniyorlar ama noluyo? O kötü geri geliyo. Adam güçlü yahu bırakın o savunsun dünyayı, arada da yönetsin yani kimlere yönettirmedik de onlar da yönetmesin diyoruz.

Neyse lafı uzatmayayım ama çok fantastik ve boş oldu diyenler bir de karakter isimlerini falan okumadan baksınlar olaya ve dünya ile kıyaslasınlar bakayım (saf ve amaçsız kötülükten ayırabilirlerse bunu da yapsınlar tabi. O tu kaka onu sevmiyorum ben.)

7 Aralık 2009 Pazartesi

Vıccık Vıccık Romantizm.....

Sinan Çetin gene yapmış yapacağını. Biraz önce Kanal D'de Hayat Sineması'nı izliyordum, yeni bitti. Programın tanıtımlarında "İnsanlık 4000 yıldır evleniyor ve Türkiye'de yılda 350 çift boşanıyor..." gibi bir saptamadan bahsediliyor. Bunun için de amcamlar çıkmışlar demişler ki: Evlenmeyi kafalarına koymuş çiftleri bulalım, sorunu bi ondan bi bundan dinleyelim, ellerinde çeşitli medyalar varsa (video, fotoğraf vs.) onları da koyalım, ailelerini falan da konuşturalım maksat aralarını bulalım "Barıştık beeeaaa!" diye hüngür hüngür ağlatarak evlerine gönderelim. En azından benim bu bölümden anladığım şey buydu. Ancak artık bu tür, gecelik, bazı insanların durumlarını alıp ööle bir acındıralım ki millet de izlesin reyting yapalım praogramlarından tek bir şey öğrendiysem o da "bir bölümünü izle tamamını izlemiş kadar olursun".

Şimdi bir açıklama yapmalıyım: Fikir çok güzel yani "Evli çiftler ayrılmasınlar, biz de bunun için elimizden geleni yapalım!", film hazırlamışlar hayatları ile ilgili bak bu da güzel.

Amma ve lakin... Nerden başlasam bilemiyorum ki ya... Birincisi yahu Sinan Bey, sizi oraya kim bilir kişi olarak koydu, kendi çektiğiniz hareketli resimler ve sesler öbeğine bakarak bu insanlar hakkında nasıl yüzeysel yorumlar yapabilirsiniz yaa, denize düşen yılan bulsa ona bile sarılır mantığıyla elinizdekileri değerlendireceksiniz diye neden bu insanların hayatları afişe ediliyor (şimdi onlar da gelmeselerdi denilebilir. Buna ne yazık ki lafım yok. Ama o insanlar gerçekten zor bir durumdalar ve eğer ki son çareleri de siz iseniz durum düşündüğümden bile vahimdir demektir.)....

Şimdi söylesen söylenecek nokta çok ama benim asıl takıldığım ve bu yazıyı yazmama vesile olan en mühim şey şudur: Bu geceki çiftin yaklaşık yedi aylık bir kızları var.

Olayı özetleyeyim: Hanım kızımız eşini çok seviyor, ilk görüşte iyi anlaşıyorlar, evlilikleri yedi yılın ardından çok zor gerçekleşiyor, ardından gelen ekonomik yükler de çok ağır, kızımız eşini ekonomik olarak daha fazla sıkmamak için bir süre iç güveysi olarak yaşamayı teklif ediyor ve bir yıl kadar yaşıyorlar, sonrasında bir kızları oluyor, tabi bu sırada hem kadın hem erkek tarafının ailesi ile problemler var ve bunu çözecek kişi olarak kim atanıyor...: Damat Bey!

Şimdi onların izlediğim hayatını buraya taşımış gibi oluyorum ama gerek isim vermediğimden gerekse toplumumuzda artık zorunlu-klişe hale gelmiş bir hikaye olduğundan ve herkesin başına gelebileceğinden onları bireysel olarak rencide etmediğime inanıyorum. Onların üzerinden toplumun hikayesinin bir kısmını anlatırken burda varmak istediğim nokta çocukları olacak.

Şimdi Sinan Bey, çiftimizi öyle bir yolladı ki "Çocuğunuz için birlikte olmalısınız!" sonucu çıkıyordu. (Hadi adetten olmuş bu söylem, o da bir program yapıyo sonuç olarak ve ne kadar yakınsam da toplumun düşüncelerine tercüman olmalı ki reyting yapsın gibi bir düşünce sadece onun değil onun ayarındaki bütün yapımcıların-sunucuların kafasında var.) Ancak Sinan Bey bunla yetinmediler ve herhalde içinde başbakana karşı bir ukde kalmış olacak ki şöyle bir cümle fırladı kamera karşısı sarhoşu beyninin ağzına ilettiği: "Sizden en az 4 çocuk bekliyorum!"... Hmmm.... Başbakan daha insaflıymış diyeceğim hiç aklıma gelmedi ama o en azından bir (1) çocuğu kurtarıyordu. Sinan Bey en az 4 istiyor!

Şimdi çocuk iyidir, güzeldir, hoştur ve olsun, evi neşelendirir, ebeveyni değiştirir (genellikle iyiye doğru) vs vs... Ancak toplumumuzda çok saçma bir mantık yürüyüp gidiyor: "Evlilik kötüye mi gidiyor? Ee, Çocuk yap!". Genellikle bu aklı koca karılar verirler ve her nedendir bilmem okumuş kızlarımız okuyamamış olanlarına nispeten daha bir dört elle sarılırlar bu fikre. Nitekim acilen çocuk siparişi verilir, gebe kalınmadıysa da öyle olduğu müjdelenir ki rahat seksin ardından bebeğin gelmesi için daha rahat bir ortam hazırlansın.

E peki tamam çocuk oldu. Bazı durumlarda gerçekten de adam diyor ki:

"Ya bi dakka dur Abidin! Napıyosun sen? Artık çocuğun var ve bu mükemmel bişey. Sıkı sıkı sarıl ailene. Eeee karına daha sıkı sarıl çünkü sana nur topu gibi bir evlat verdi." (Ne kadar safız yaaa),

diğer bir durumda da:

"Şimdi çocuk yaptık, iyi, güzel, hoş ama içinde bulunduğun sorunları çözdümü Abidin? Hala yaşaman gereken bir hayat var ve o hayat bu hayat değil. Daha 2 gün öncesine kadar kavga ediyodun eşinle. Hamiledir diye üstüne gitmedin ama sen de biliyosun Abidin: Bunun hamileliğiyle alakası çok da yoktu! Huyu buydu ve anlaşamadığınızı farkettiniz. (Bak hala çocuk hangi ara çıktı demiyo bu arada) Zaten ayrılacaktınız. Biraz ertele (ya da bazen de ertelemez) ayrılığı sonra sen yoluna, o yoluna. Sonuçta ikiniz de birer bireysiniz, ayaklarınız üstünde durabilirsiniz. Hem o değil miydi kadın erkek eşitliğini, kadının erkekten altta kalır bir yanı olmadığını sana car car savunan? Demek ki o da istiyo...."


Şimdi bunlar iki Abidin. Bunların sayısı artar, çeşitlendirilir, olaylar değişir, cinsel roller de değişir (doğum için değil yanlış anlamayın, çocuk yapma ve bunun nedeni açısından. Ama işte kadın istemezse zor, pardon çok zor).

Neyse konuyu dağıtmayalım, özetle evliliğin mesihi olarak bir veya daha fazla çocuk yapılır (yapılabilir). Peki ya sonra....

Bu çocuk bir hayat boyu (en azından ebeveynleri ölene kadar) bu yükü sessiz bir şekilde taşır. Bazen "...sırf senin için!..." gibi hiç geçememiş kızgınlık anlarından birinde anne veya babasının ağzından çıkan ve galiba onlara masum görünen, hatta ve hatta ne kadar "erdemli(!?)" olduklarını henüz farkedilememişse farkettirmek için sarf edilmiş sözlerle ayıkır çocuk ve artık anlamlı bir bunalım yaşar. Bazıları da buna hiç ayıkmazlar ama etraflarındaki bir garip gerginlikle yetişirler, nedenini anlamadan büyürler, kaçınılmaz olarak psikolojik sorunları çıkar ve sıklıkla da arkadaşlarına, çevrelerine, okula vs. bağlanır nedenleri.

Şimdi hadi biz bu 350 çifti kurtaralım(!?), yani ayrılmasınlar. Peki en az birer (1) çocuk yapsalar geleceğin 350 insanı, iki (2) yapsalar 700, ya da maazallah başbakanı veya Sinan Beyi dinleseler 1050-1400 insan piyasaya sürülecek. Azımsanamayacak büyüklükteki bir kısmı sorunlu, eksik.

Bütün anlattıklarımın (ve yazıyı uzatıp dağıtmamak için anlatamadıklarımın) nezdinde sorum şudur: Evliliklerin boşanmayla sonlanması artmaz mı yahu? Ya da soruyu değiştirelim evlilik kalır mı?

Ayrılıklar da sevdaya dahil diye alıntı yapmıştım önceki bir yazımda ama boşanmalar evliliğe dahil olmamalı mı acaba? Çıkamadım işin içinden, kafam çok karıştı yaaa :[

Hayat çok komik değil mi? "Çözdükçe dolanıyor" :]


Not: Bu gece Medya Kralında (Kanal D) çocuk istismarını tartışıyorlar. (Ref. T.D.K. istismar:a. (istisma:rı) 1. Birinin iyi niyetini kötüye kullanma 2. Sömürme.) Umarım bu konuya da değinirler. Sabahın 6sında kalkıp spora gidecek olmama rağmen bu tartışmanın cinsel istismardan öteye gitmesini ve klişenin dışına çıkmasını umarak izleyeceğim. (Şimdi ara sööle demeyin erkekleri uzman değillerse yayına almıyolar)


Not 2: Evlilik (beraberlik) dayanılmaz bir hale geldiyse ve çocuk bunun devam etmesinden dolayı doğacak huzursuz ortamdan daha büyük hasar alacaksa sözü yetkilisine bırakıyorum. Lütfen merak ederseniz  bu "bağlantı"yı takip edip "Boşanma ve Çocuk" adlı yazıyı arayın. Yeterince açıklayıcı olacaktır kanaatimce.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Ankara! Herşey (itinayla) ertelenir! Gelin bugün de siz birşey erteleyin!

Yazıma başlamadan önce olası bir yanlış anlaşılmayı engellemek için bir açıklamada bulunmalıyım: Bugün birkaç arkadaş buluşup geçmişi yâd edeceğiz. Bir arkadaşımın arayıp da bu buluşmayı talep eden arkadaşımın rahatsız olduğunu ve başka bir güne ertelememizin mümkün olup olmadığını sorduğunu söylemesiyle iki gündür aklıma takılan erteleme ve Ankara ilişkisini yazıya dökmek için gereken kıvılcımı yakalamış oldum. Neden yanlış anlaşılma olmasın dedim çünkü bu konunun rahatsız olan arkadaşımla (ki acil şifalar diliyorum ona burdan) çok da bir alakası yok. Sadece bir kıvılcım. Ki sonuçta tekrar telefonla arandım ve rahatsız olan arkadaşım meğersem bütün rahatsızlığına karşın gene de buluşmanın gerçekleşmesini istemiş. Takdir ettim.

Neyse umarım yanlış anlaşılmayacak kadar açıklayabilmişimdir yukarıdaki paragrafta. Şimdi asıl konuya gelelim. Başlıktan da anlaşılabileceği gibi: Ankara'da herşey ertelenir!

Şimdi bu yazıyı okuyup da bileni var bilmeyeni var. Ankara hakkında hayalleri olanlar var, işin benim bahsettiğim gibi olmadığını sananları var, hatta "Sadece Ankara'ya mahsus değil bu!" diyenleri de var. Ben kendi akvaryumumu tanıtayım dilerseniz siz de sizinkileri anlatın bana uzun uzun.


Ankara çoğunlukla gri, soğuk, yalnız bir anadolu kenti. (Başkent demek isterdim ama koskoca bir İstanbul ve İzmir dururken nedense buna dilim (elim) var(a)madı.) İnsanları ciddi, katı, asabi, (çıkarları yoksa) selamsız sabahsızlardır. Bürokrasi hayatın her alanına işlemiştir. Okul üniformanız üstünüzde olsa da bir şöför rahatlıkla "Öğrenci misin?" diye sorabilir. Aradaki ücret farkı onun altın sarayının kapılarını açacak anahtarmış gibi. Özgürlüğün bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter ya işte o hesap Ankaradaki insanların özgürlükleri de biraz geniştir sizinkilere kıyasla, gerektiğinde (ve mütemadiyen gerekir) buluttan nem kaparlar. Ama işte o kadar da içler acısı değil yahu. Özgürsünüz, alanınız ne kadar dar olsa da. Özgürsünüz, çok kasarsanız gece 11'e kadar (malum son otobüs). Ertesi sabah kalkıp işe gidecek tonlarca insanın olduğu bir kentte, bu insanlar akşam beşte işten çıkıyorlarsa sonraki altı saat bile fazla deyip kendimizi avutabiliriz de.

İşte yukarıda kısaca betimlemeye çalıştığım bu kentte sürekli planlar yapılır. Meclis planlar yapar, bakanlıklar planlar yapar, tunalı, bahçelievler, etlik, sincan planlar yapar, arkadaşlar, sevgililer, tanıdıklar-tanımadıklar her daim planlar yaparlar. Bu planlar yakın zamanlı olur, uzak zamanlı olur, çok katılımcılı veya az katılımcılı olur, iyi planlar olur, kötüleri de olur..... Bakın ne çok plan olurmuş ankarada. Ama işte bu planlar ertelenir. Meclisi de erteleeer (tatil yapalım çok yorulduk derler), sevgilileri de ertelerler (geleceğimizi de düşünmemiz lazım derler belki de).

İnsan umutsuz yaşayamazmış ya Ankaralı da umut olsun diye plan yapar ve sonra bu planlar bir nedenden ötürü sıklıkla ertelenir. Ertelenmesini istemiyorsanız planladığınız şeyden maksimum bir (1) saat öncesinde herkesi haberdar etmelisiniz ki başka hiçbir işlerini ayarlayacak vakit kalmamışken kendilerini sudan çıkmış balıklar gibi etkinliğin ortasında bulsunlar :]


Şimdi sadece Ankara'dan ve burda yapılan planların ertelenmesinden bahsetmiş gibiyim ama burdan bir yere varmaya çalışıyorum. Ankara'da sadece gündelik planlar (buluşup içelim, tiyatroya-sinemaya gidelim vs) ertelenmez. Bunlar ertelenerek aslında geleceğe yatırım yapıldığına da inanılır (örn: bugün sinemaya gitmeyeyim de oturup şu sınava çalışayım, onu atlatınca iyi bir mezuniyet, sonrasında güzel bir iş-bir eş, bunlardan sonra zaten giderim sinemaya - yaklaşık 10 yıl geçti bu esnada) ki dozunda tutulduğu takdirde erişkin ve aklı başında birinin de bazı şeylerden fedakarlık etmesi de gerekir ve fakat Ankara'da (ne yazık ki) bu erteleme faslı planlamanın öğelerinden birisi gibi olmuştur. Yani bütün planlar yapılır, haberler verilir, mekanlar ayarlanır ve bütün bunlardan sonra telefonu-interneti dinlemeye başlayabilirsiniz çünkü son yapılması gereken şey bunların tamamını ertelemektir. (En azından ertelenmeyenleri bende bir şok yaratıyor artık :] )

Velhasılıkerem Ankara'da hayatlar ertelenir. Öğrencisi, işçisi, memuru, patronu... hayatlarını ertelerler gelecek "güzel" günlerin selameti için. Bu bir çarktır ve içinden kurtulamazsınız. Siz kurtulsanız öteki kurtulamaz sonra bir gece kendinizi etrafınızda tanımadığınız ve sosyalleşmekten ürken insanların yanında içki içerken bulursunuz. Çarktan kurtulmak için ne kadar debelenirseniz, biraz önce bahsettiğim gecelerin sayısı da artar.

Ankaralı zekidir ki bunu alt etmenin bir yolunu, bilerek veya bilmeyerek, keşfetmiştir: Spontane yaşamak! Yani ayağıma top gelirse, ataktaysam, kaleciyle aramda bir engel kalmadıysa (hatta kaleci kalmadıysa), ben de vururum topa hafifçe, o da gider gol olur (olmasa bile ben vurduktan sonra tribünlere doğru selam vermeye koşarım, bu yeter).

Velhasıl "Ankara! Herşey (itina ile) ertelenir!.... Hayat bile...."

Hala ankaraya gelmek isteyen? :]




Not: Rahatsız olan arkadaşıma bir kez daha acil şifa diliyorum (bu akşam da dilerim) ve bir kez daha bu yazıyı üzerine alınmamasını rica ederim. (tabi okuyorsa :])

2 Aralık 2009 Çarşamba

Farklı değiliz ve geçmiş üzerine

Aklıma çok garip bişey geldi paylaşmak istedim. Marie Curie, radyoaktif bir elemen olan radyum üzerinde o kadar çok çalışmış ki sonunda şimdiler kanser tedavisinde kullanılan radyoterapinin bulunmasına öncülük edecek şey yüzünden ne yazık ki ölmüş. Hayat ne kadar da komik? Bazıları trajik de diyebilirler ancak hayat ın, önceki bir yazımda da bahsettiğim gibi döngüsel olduğuna inandığımdan, ölen de yok benim için kalan da ama işte form değişir, o ayrı konu.

Neden bundan bahsettim şimdi. Bir kaç gündür aklımda sürekli bir bulur olarak dolaşıyor: "Cihan! Giderek eleştirdiğin kişilere benziyorsun! Ya eleştirme ya gözlemlemeyi bırak!" Garip bir şekilde de olsa eleştirmeyi bıraktım. En nihayetinde herşeyin bir nedeni var ve biz insanlar (ne yazık ki!) büyük resmin tamamını bir anda göremiyoruz. Görmek istediğimiz resimler olursa da o kişilerle tanışıp münasebetimizi ilerletiyoruz ki hala bazı yerler anlaşılamaz bir biçimde flu kalıyor. Eh, madem önünü sonunu bilemiyorsun işin kolayına kaçma be cihan! Ona emo, buna metalci, öbürküsüne sosyalist, diğerine zavallı diyerek; insanları belirli kalıplara oturtup bunlara göre güvenli bir ilişki portföyü oluşturma kendince. (Giderek hippi oluyorum bee biri beni kurtarsın. bkz."yargılanmak istemiyorsan yargılama"). Neyse sonuçta insanları yargılamaktan vazgeçip "acaba neden böyle olmuş? Yarın benim olmayacağımı kim garanti edebilir ki?" gibi şeyler mırıldanmaya başladım sessizce.

Gene dağıldım özür dilerim ama işte benden haber alıyorsunuz diye bakalım olaya :)

Dün gece ve bu gece okuduğum yazılar (ki sevdiğim ve düşüncelerine değer verdiğim, yakınım, iki insana aittirler) bana farkettirdiler ki "giderek ""onlara(!)"" benziyoruz". Demek ki sadece ben böyle düşünmüyor muşum deyip rahatladım. Dedim ya hayat çok komik! Gerçekten! Bugün burda bir grup insanı eleştiriyorum, keşke şöyle olsa diyorum sanki tanrı da blogumu takip ediyormuşçasına ertesi gün çat diye benzer bir olay çıkıyor karşıma. Psikologlar buna algıda seçicilik mi diyorlardı ne? Biz kendi aramızda algıda sıçıcılık diyoruz çünkü o an herşeyi (önceki yazdıklarınızı, düşünüp yazmadıklarınızı, geçmişi, geleceği, onu, bunu, kendini, bülent ortaçgil şarkışlarını...) düşünmeyi başlatan bir çark harekete geçiyor sanki.... Uzun süre susuyorum, düşünüyorum, tartıyorum, nedenlerini, sonuçlarını, nasıllarını... Sonunda şükür, bir sonuca varıyorum. Bazen büyük bir lanet olabileceği gibi bazı bazı da büyük bir nimetmiş düşünmek. Hiç yoktan bireysel olarak bir fark yaratıyor düşünen insan. Ama sancılı bir süreç, ama insanı delilik sınırlarına, isyan koylarına sürüklese de... Düşün kardeşim düşün! Çok düşün, az düşün ama düşün. Şu karmaşık dünyada, belki de ölüm döşeğinde, istersen "Tamamdır! Hayatın sırrı 42!" diye çık (bkz. bağlantı) ama bir basamak ol ardındaki, bir basamak ol ardındakiyle önündeki arasında. Belki (büyük ihtimalle) çok kişi anlamayacak seni, bazıları çiğ (!?) bulacaklar düşüncelerini belki (sanki herşeyi bilirlermişçesine...) ama bugün düşünmezsen yarın fikirlerin olmayacak, haliyle bunların değeri ve önem verekn kişiler de.

Bugün bir dostumun benim merak ettiğim bir soruya (ki umutsuzluğa kapılmıştım, itiraf ediyorum :] ) verdiği bir cevabın bir kısmını paylaşmak istiyorum, çünkü bana umut verdi belki size de verir. İznine ve samimiyetine güvenerek, işte:

"....
farkındalık...
evet tam olarak bu noktadan başlamak istiyorum. biliyoruz, bilmenin ötesinde anlamaya, çözmeye çalışıyoruz, ama eylemsizce. sıkıntı bu noktada. eylem dediğinde her şeyin anarşi ya da bir şekilde ideolojik olarak algılandığı bir toplumdayız. ama en azından farkındayız deyip yatmayacağız ki,birikip biraz kalabalıklaşacağız belki..."

Kulakları çınlasın, haklılık payı var. Kar tanesi dağdan inerken başka yerleri görmek isteyen kar taneciklerini de yanına alır, alır alır da sonra biz ona çığ deriz ya, bu da onun gibi. Sen orda düşün, ben burda düşüneyim, istersen birbirimizi hiç tanımayalım canım kardeşim ama bir noktada buluşacağız. Bir eylem olacak ve sanki dün haberleşmişçesine biz de bu eylemin otomatikman bir parçası olacağız... O zamana kadar düşün, yaşa ve izle...


Son olarak da o dostum kendini bilecek: Unutmazlar canım benim! Ben hiç unutmadım birinciden sonuncuya kadar, sen de hep hatırladın. Belki iki kişi genelleme için çok az diyebilirsin fakat sen de ben de kendimizden birşeyler bulduklarımızda durduk, özü kaybedince gittik, gittiler ama demek ki benzeşiyormuşuz ki en az bir sayfada da onların adı olmuş bu hayatta demek ki onlar da hala hatırlarlar. Bazılarının sert kabukları olur dışa vurmazlar, bazıları hayata o kadar kapılmışlardır ki hatırlamaya zamanları kalmaz ama iddia ediyorum yeteri kadar şarapla geçmişlerindeki herşey (mutluluk, pişmanlık, öfke, nefret) bir anda gelip düşüncelerini istila ediyordur. İlişkiler asla bitmez, bir yerde başlamıştır, görmezsin, konuşmazsın ama.... neyse spoiler vermeyeyim ama hayat çok komik inan bana. (Bana da iyi geldi bu son paragraf laf aramızda, sen sahiplenmezsen ben kendime yazdım derim rahat rahat :] )

Yarın hayatın komikliklerini farkedip acıya gülme olgunluğunu göstermeniz dileğimle. Şimdiki en iyi dileğim bu olabilir herhalde.