27 Kasım 2009 Cuma

"Cihan güneş gözlüklerini neden çıkartmıyor?"....

Geçen gün evden çıkarken hava gayet güzeldi. Güneşli, bulutsuz ama ne çok sıcak ne çok souk. Benim için mükemmel hava işte o! Hani Orhan Veliyi o "güzel havalar" mahvetmiş de öyle "güzel havalarda" vazgeçmiş "evkaftaki memuriyeti"nden, benimki de o hesap, beni de bu havalar mahvedebilir. Çok şükür, çok şükür ki Ankara'da çok olmuyo o havalardan (ya da olaydı daha mı mutlu olurdum.. kim bilir?) Neyse konuya döneyim alt paragrafta.

Hava güneşli diye güneş gözlüklerimi taktım. Aldıım en "salakça" tepki "Abi hava soğuk neden güneş gözlüğü takıyorsun?" oldu.... Yorumu size bırakıyorum... Herneyse, okula geldim. Derse gircem ama o gözlükler bir türlü çıkmıyorlar gözümden. Yeltendim birkaç kez... Nafile sanki yapıştırmışsın... Sonra o gözlüklerle rahat olduğumu farkettim... Sonra aklıma geldi      (aklıma böyle şeyler sık sık gelir yani "ya şöyle olsa?" diye düşünür sonra onu bi güzel hayalimde yaşar gerçek dünyaya dönünce de çok büyük olasılıkla karşılaşmam bu hayali durumla ama işte ben yaşadığımla kalırım. Tevekkeli herhalde bu yüzden yaşadığım çoğu şeyi hatırlamayıp da yaşamadığım şeyleri yaşamışım sanarım...)    ya şimdi hoca derse gelse de gayet normal olarak "Olm çıkar gözlükleri!" dese... Ben ona içinde bulunduğum durumu öyle bir anlatmalıyım ki ondan sonra çıkartsa da gam yememeliyim... Aksi takdirde "Herifçi oğlu cool davranıyo A.Q." gibi yanlış, basit, düşüncesiz ve çiğ yorumlardan başka bir fikir uyandıramayacağım insanların kafasında. Kimin dediğini, genelde olduğu gibi, ne yazık ki hatırlayamıyorum ancak "Ben anlaşılamamktan değil yanlış anlaşılmaktan korkuyorum!" sözü tam da o andaki içinde bulunduğum durumu özetliyordu sanki. Herneyse, hoca ile aramızda geçen diyalog şöyleydi:

Hoca - "Lütfen gözlüklerinizi ders esnasında çıkartır mısınız?"

Cihan - "Hocam izninizle iki çift kelâmım var! Söyleyebilir miyim?"

H. - "Kelâm mı? Ne kadar eski bir kelime. Ne kadar yaşlanmışsınız, ben bile kullanmıyorum o kelimeyi artık ama tabi söyleyin lütfen."

C. -"Hocam! Derler ki "gözler ruhun pencereleridir". İşte bu pencerelerden bakıp o ruhu görecek ve belki de anlayacak birileri olmadığı için kapalı kalsalar olur mu... cereyan yapıyor!"

H. - "Peki sence bana ve arkadaşlarına saygızılık değil midir gözlerini göstermemek?"

C. - "Afedersiniz hocam ancak bu bir saygısızlık değildir! Bilakis size olan saygımdan da bunları takıyorum. Çünkü sizin yerinizde olsam ders verdiğim "gençlerin" çakmak çakmak bakmalarını isterim ve bu bana bir sonraki adımım için enerji kaynağı olur. Lâkin açığa çıkarsam gözlerimdeki umutsuzluğun oluşturacağı deniz o kadar engindir ki yaşam enerjinizin bunun içinde boğulacağından korkarım."

H. - "Seni böyle kötü bir ruh haline sürükleyen olaylar nedir Cihan? Kız arkadaşın mı terketti, iş bulamayacağım diye mi korkuyorsun? ya da başka bir şey?"

C. - "Çok kolay hocam, değil mi? Sadece fiziksel bedenime bakarak yaşımı tahmin ettiniz ve bu yaş grubundaki gençlerin sıkıntılarını aklınızda sınıflandırarak size göre "bizim" en çok dert edebileceğimiz şeylerden şüphe duydunuz. Ancak kazın ayağı her zaman böyle olmuyor hocam! Gözlüklerimi çıkartırım, eğer ki gözlerimin içine bakıp, dürüstçe ve gerçekleri konuşarak, "Herşey er ya da geç iyi oluyor evladım! Sevdiğin bir kız bulacaksın, güzel bir işin olacak ve bununla hem ekonomik hem duygusal anlamda tatmin olacaksın gibi Orson Welles - I know what it is to be young but you don't know what it is to be old cümleleri kuracaksanız. Daha da iyisi, içten ve inanarak, dünyada iyi şeyler de var ve hep olacak. Ne savaşlar, ne (gereksiz yere) açlık, ne statü mücadeleleri, ne de paraya olan kölelik bunu değiştiremeyecek. Bir sabah kalkacaksın ve artık çocuklar katledilmiyor olacaklar. Cehalet düşman olmaktan çıkmış, insanlar birbirlerini sevip yargılamamanın hayatın özü olduğunu kavramış olacaklar" diyebilseniz Hocam! "İnanç..." diyebilseniz mesela "İnançtır ruhunun ekmeği, mücadeledir suyu" deseniz "eğer bunlara haizsen korkma gün er geç doğacaktır. İnsanlar bir gün bakacaklar ve menekşelerin mor, çimenlerin yeşil, gökyüzünün sonsuz ve paranın sadece bir kağıt parçası olup onları kendi rızalarıyla esir ettiğini anlayacaklar. Bir gün... yakında değil ama bir gün olacak ve sen o güne kadar burada kalmalısın, bizimle kalmalısın, çünkü seninle bir kişi daha fazlayız ve dünya halkı da birlerden oluşur..." diyebilseniz... İşte o anda bunlara inanırım... Kesinlikle gerçek olacaklarından değil ama yarın uyanmak için bir nedenim olacağından mutlu olduğumdan! Gözlerimden kaygı değil de inanç akacağından inanırdım sayın hocam!"

H. - "Bunların çoğu gerçekleşmeyecek ancak sen burda bu dersi anlarsan ve birey olarak işini iyi yaptığında bütünün daha da iyiye gideceğinin büyük resmini kavrayabilirsen, sanırım o gözlükleri çıkartıp dersi daha iyi kavraman daha önemli."

C. -"Hocam! Biz değil miyiz ki insanların çoğunun kullanamayacağı ve büyük bir kısmının da ihtiyacı olmayan nesnelerin üretilmesine katkıda bulunuyoruz. O halde aslında insanlarda gereksiz yere arzular yaratacak, sahip olmaları için sadece paralarını değil huzur ve mutluluklarını da vermeleri gereken ve nihayetinde sahip oldukları şeyler aslında bunca bedele rağmen kendilerine sahip olacak fani nesneler üretiyoruz sonuçta. Bugün elimizdeki herşeyi bıraksak toprak karnımızı doyurmaz mı? Uzaya gidince Marstan tek öğrenebileceğimiz şey ne yazık ki "eğer insan yoksa, savaşlar, katliamlar ve gözyaşları olmazdı" düşüncesi olmayacak mı? Barış mı ithal edeceğiz uzaydan? Uçağa her bindiğinizde, gemiler her yük taşıdıklarında, telefonlar insanları yakınlaştırmaları gerekirken uzaklaştırdığında, internet herşeyi hızlı tüketmemiz için gün ve gün daha iyi bir platform olduğunda veya inşa ettiğimiz evler aslında kısa hayatlarımızın mezarlarına dönüştüklerinde... işimi iyi yapmam... huzur ve mutluluğu dünya üzerinden silmeye bir katkı olacaktır ve ben sizin nesliniz gibi çocuklarımın gözlerine bakıp da "biz dünyayı sizin için daha yaşanılabilir bir yer yapmaya çabaladık, artık sıra sizde" dediğimde bu sözlerimi destekleyecek bir realite bulunmayacak dünyada gerçekte... Hocam! Bugüne kadar sınıfta her soru sormak istediğimde "Onu daha önceden biliyor olmanız gerekir!" cevabını aldım. Ne kadar gariptir ki bunu ilkokul 1. sınıftan beri aldığımdan aslında çok temel bilgilerden çok çok yoksunum ve o sorular hep dönüp dolaşıp bana geldi. Ne cevap mı verdim? Tabii ki sizden öğrendiğim cevabı:"Onları daha önceden biliyor olman gerekir!". Cehaletimi gizledim, kişilere karşı ve fakat kendi içimdeki cehaletin karanlığını bir türlü aydınlatamadım ve karanlıklardan korkar oldum... İşte şimdi utanmadan, korkmadan, küçük düşme kaygım olmadan veya tersleme ihtimalinizi önemsemeden bunları soruyorum şimdi size ve önceki cevabınızı ya da "Yaşayıp öğreneceksin..." gibi savuşturmaları bu seferlik kabul etmiyorum... Bugün hayatınızın belki de en önemli dersi olabilir, gelecekten gerçekçi bir biçimde bahsedebilirseniz; en öğretici dersi olabilir birbirimizi sevmeyi öğretirseniz ve yıllarca kullanabileceğimiz bilgileri içerebilir eğer yardımlaşmanın gereksinimi bize nakış nakış işleyebilirseniz... Ama diğer söyleyecekleriniz.... bunlardan gayrısı... sizin için geçmişin tekerrürü bizim için "gerçek hayatta ne işimize yarayacak yaa"lardan başka birşey olmayacaktır..."

Büyük ihtimalle şöyle bitecekti...)

H. - "Tamam çok zamanımız kalmadı lütfen derse geçelim siz de lütfen gözlüklerinizi çıkarın (veya ne istiyorsanız onu yapın)"


Ama işte.... hoca nedenini sormadı gözlüklerimin içine baka baka ders anlatmasına rağmen... İnsanlar gözlerimde bir rahatsızlık olup olmadığını merak ettiler... Kimileri "tarz" yaptığıma çok ikna olmuşlardı ki "acaba kaç karı kız kaldırırım bu şekille" gibi basit ama mutlu, belki de traji-komik düşüncelerini paylaştılar birbirleriyle.... Sonuç olarak aklımda mı, ruhumda mı yoksa kalbimde mi bir sorun olabileceğini düşünmek kimsenin işine gelmedi... Paylaşamadığım için hem ben kaybettim ve belki de onlar da kaybettiler.... Ya da değiştiremeyecekleri fikrinin kendilerine aşılandığı bir dünyada yararsız düşüncelere vakit ayırmaktan sıyrılıp geleceğin "İYİ İNSANLARI" olma yolunda bir adım daha attılar.... Kim bilir...

Ders bitti... evime geldim... dünya hala yalnızdı... can çekişiyordu... medya insanları gütmek istedikleri yöne doğru haberler yapıp uykumuza ninniler yaratıyordu.... Hala bişey değişmedi.... Türkiye doğudaysa, "doğu cephesinde yeni bir şey yok"....

Aklınıza mukayyet olun veya iplerini salın, belki biraz huzur bulursunuz... Bulursanız, sizde pişer ya, bana da düşsün olmaz mı?

Kendinize dikkat edin, huzuru nerde buluyorsanı (ya da bulabiliyorsanız) oraya gidecek cesarete ve güce her daim sahip olun, derinlerde bir yerlerde de olsa....

İyi geceler....

Son olarak aşağıdaki video hislerime tercüman olsun....


25 Kasım 2009 Çarşamba

İstanbul'a git(e)miyorum...

Başlık kâfi...

24 Kasım 2009 Salı

Youtube'a giremeyen arkadaşlara başbakan garantili taktik

Farkettim ki youtube'dan video paylaşıyormuşum (corci - Haddi canım!) "Ee" dedim kendi kendime "bu ülkede son bıraktığında youtube yasaklıydı amma başbakanın çıkıp sanki kendi emrindekiler yapmamış gibi "Ben giriyorum, siz de girin" diye açıklamada bulunmuştu. O zaman madem video paylaşıyorsun, bare izlenebilir olsunlar, girenler onları da izlesinler yoksa ne anlamı var ki koymanın"

İşte bu yüzden alın size bağlantı. Burda belirtilen adımları takip ederseniz bir sorun kalmayacaktır. Eee bunun şerefine de şunu paylaşalım bakalım: Abidin Dino - Mutluluğun Resmi...

Ignorance is a bliss... (a.k.a. İçten sarılmanın önemi...)



---------------------------------------------------------------------------------------------------------------



Böyle biri değildim ben yaa... Hayatınıza biri giriyor... Çıkıp giderken siz hayal bile etmediğiniz, belki de "asla!" dediğiniz şeyleri yaparken buluyorsunuz kendinizi... Ben böyle biri değildim... Sarılmaktan bahsediyorum şimdilik. Mesafeli biriydim. İlişkilerde (gerek sevgililer gerekse dostlarla olanlarda) mesafeliydim. "Cehalet mutluluktur!" diye bir söz var ya işte bazen bu söz o kadar doğru çıkıyor ki... Keşke hiç sarılınmasaymışım diyorum... Sigara gibi bişey heralde. Bağımlılık yapıyor... Sanki bir süre üçüncü bir ayak kullanmışsınız da alıştığınız anda kaybetmişsiniz gibi.

Sıradan, soğuk bir sarılmadan bahsetmediğim herhalde farkedilmiştir. Sonuçta neden sarılma bir insanı bu kadar etkilemiş olsun ki? Hayır, benim bahsettiğim içten sarılma. Zor bulabileceğiniz, sanki bir kış günü yüz kesen bir soğuktan içeri dalıp da taze sıcak çikolata içmişsiniz gibi, en güvenli yer olan ana rahminden henüz çıkmamışsınız gibi, kimsenin size zarar veremeyeceği güvenli bir bölgeye adım atmışsınız gibi hissettiren, sanki biraz daha zorlansa o kişiyle aynı bedeni paylaşacakmışsınız gibi hissettiren sarılma, kış günü üzerinizdeki battaniye gibi hissettiren... Sanırım şu anda en çok bunu özlüyorum... Belki alışmam lazım... Kim bilir...



Bir kız tanımıştım... Çok saf, temiz, dokunulmamış... (cehalet mutluluktur heralde artık onun için de) "O alıştırdı beni hakim bey!" diyerek suçu ona atardım eğer ki bu yasal olmayan bir bağımlılık olsaydı... Ama ben şu anda daha çok "Evet bağımlı olduğumu kabul ediyorum ama sorun yok, böyle iyi..." diyen karakterim.

Soldaki resimdeki maddeler doğrudur ancak "down boy, down" her zaman olmaz. Orjinalliğini bozmamak için silmedim ama neden koyduğum anlaşılmıştır herhalde.

Aklımdan çık(a)mayan tek bir söz var bugünlerde. Beynime saplandı kaldı sanırım: "Geldiik gidiyoruz..."


Herşey bir anda anlamını yitiriyor bunu her hatırladığımda. Kötü anlamda değil, "lanet olsun boşver" değil, sadece "önemi yok cihan, sultan süleymana bile kalmadı bu dünya o yüzden boşuna kaygılanma, şurda gördüğün bütün mutlu, üzgün, sinirli, yalnız, yalnız olmadığını sanan yalnız, zeki, aptal, güzel, çirkin... bütün insanlar için kesin olan tek şey var bu dünyada: Onlara da kalmayacak bu dünya... O yüzden moralinin ne durumda olduğu bundan (büyük bir sayı verelim) 100 yıl sonra hiç bir anlam ifade etmeyecek... Takma kafana yarın yeni bir gün, takma..." anlamında bir nasihat gibi çınlıyor zihnimde ama işte gene de önemsiz de olsa, şu dakka göçsek de buralardan, gene de insan bir kucak istiyormuş.

Neyse ister zayıf ister güçlü diyin, içimden geçenleri paylaştım sizlerle bir de "sezarı öldür hakkını yeme" sözünün uygulanması lazımdı. Brütüs olarak da bunu yapıyorum. :)

Çok uzatmayacağım. Fırsat buldukça sarılın. Kendinizi mutlu hissedeceksiniz...


Ve en son olarak da sarılma reklamı:


















Mutlu günler diliyorum hepiniz için...

Not: "Hug for free!" T-shirti yaptırmak, hazır yapılmışı varsa da en az bir tane edinmek istiyorum. İlgilenenler bana "ben de istiyorum desinler"

Dikkat Anarşist Düşebilir - İTÜ Taşkışla Sahnesi Oyuncuları

Uzuun uzuun birşeyler yazmayı düşünüyordum ama tek kelimenin yeterli olduğu nadir durumlardan biriyle karşı karşıyayım o yüzden sadece şunu söylemeliyim:

Etkileyiciydi!

(çünkü gerçekten etkilendim! Bi de uzun bir yazı yazsam kesin şunun gibi olurdu, bir tane daha eklemeye gerek görmedim sanırım.)

Anla(ş)mak...İletişmek üzerine...

Selamlar!

Bir kaç gündür bişeyler yazamadım buraya. Sonunda (hayat ileri geri hakkında bilip bilmeden atıp tuttuğum herşeyi kozmik bir şaka gibi başıma birer birer getirdiği için) "Yazmayınca olmuyor! İçimde birikenleri kağıda dökülmeliler, yoksa olmuyor!" diyen arkadaşların halini anladım. Herbirine sonsuz özürlerimi bir borç bilirim. Bundan kelli de ööle düşünmeceler yok artık bende (yani umarım kendimi kaptırıp konuşmam.... konuşmam da şimdi de bunu sööleyince karşıma konuşmam gereken durumlar çıkacak sonra konuşcam sonra da konuştum diye onlar başıma gelecek.... pff kısır döngü! Özet olarak büyük lokma ye büyük laf etme!).

Şimdi 1-2 gün önce kendime hatırlatma olarak buraya attığım yazıcığa baktım ancak şöyle bir durum zuhur etti (zuhur ne be?) : Ben o hatırlatmaları özellikle kısa tuttum ki çok da bir fikir belirtmesin ancak ve lâkin (peki lâkin ne olm?) ben onlardan hiçbir şey hatırlamıyorum (!? hatta :s ) artık hatırladıkça yazıcam n'apiyim...

Perşembe akşamı terk-i diyar eyliyorum Ankara'dan İstanbul istikametine, artık nereye varırsak... kısmet ama işte gidiyorum. Peki neden gidiyorum ki? Ankara mı battı deli mi dürttü? Aslında hiçbiri demek isterdim ama bunların ikisi de oldu fekat (nalân :p ) bundan daha da önemlisi orası kendim gibi olabildiğim nadir yerlerden biri (corci - abi anlam bozukluğu oldu yaa çünkü orası ööle olduğun tek yer sanki bir yerde bir yer gibi oldu.). Yani ne demek ki bu şimdi? Normalde iki yüzlümüyüm? Çok ağır oldu ama belki de farketmeden öyleyim ya da öyle olmak zorundayım. Neden mi? Çünkü burası Ankara, burada katı suratlı insanlar güneşli günde üzerinize yağmur yağdırmak istiyorlarmışçasına sinirli bakarlar. Belki ürkekliklerini gizlerler böyle yapınca, belki böyle yapmak gerekiyodur, bilemem ama burda susarsanız ya "elleşmeyin delidir" diyip çekip giderler veya "illâ ki bizimlen konuşcan, eğlencen!" diye anlamsız bir baskı oluşur üzerinizde. Onlar da büyük ihtimalle sizi mutlu görmek isterler de bu yüzden kurarlar zaten o baskıyı ama genellikle nedeni "yaaa zaten bunalmışım bi de senin suratını çekemiycem, eğlendir beni yaaa" gibi geliyor bana. (Nedense?) Ama işte İstanbul öölemi? Ordayken bir rahatlık, bir huzur oluyor içimde. Belki zaten burda az kalıcam diyedir belki de yabancılık psikolojisidir. Nedeni ne olursa olsun benim için işe yarıyorsa çok da kurcalamıycam ama işte bir neden var ki o önemli: İstanbul'da bir sürü dostumun olmasının yanı sıra içlerine bir tanesi var ki herkesin ayrı ayrı olan yerlerinin arasında onunkisi ayrı! ML var İstanbul'da yaa! Diğer bütün dostlarım da zaten ML sayesinde tanıştığım ve hayatımda "iyi ki olmuş! Ne de güzel olmuş! Keşke hep olsa!" dediğim nadir [kişi, olay, ilişki vs.]lerdir (corci - uygun kelimeyi seçemedin di mi? Yaa işte kalakalırsın ööle!). (Bu vesile ile de ML'e minnetimi dillendirmiş oldum, iyi ki de oldu.)

Şimdi neden bunu bu kadar rahat yazabiliyorum yukarıya? Çünkü onlar nam-ı diğer "İstanbul Tayfası" (süper bir kuruluş ismi gibi) bu yüzden birbirimizi anladığımıza inanıyorum ve hepsi de ML ile olan bağımızı bilip kabul ederler, yadırgamazlar ve kendilerini de çok sevdiğimi bilirler. (Artık gösteremediysem de bu benim eşekliğim olmuş olur, kulağımı çekiniz.) Bu yüzden de tek tek şu da şöyle iyi, bu da böyle güzel bir insan, öteki 10 numara dememe gerek yok (mu?) (corci - e abicim onlara da sevgini göstermen lazım. cihan - sen onu doğru dedin corci yaa ama bi dur konuyu dağıtma)

Özetle İstanbul Tayfası ile bıdır bıdır konuşmak zorunda hissetmezsiniz kendinizi, cümleler aklınızdan ve ağzınızdan kendileri fırlamak isterler fakat söz döner dolaşır da yumuşak noktanıza ulaşırsa susarsınız. Kimse neden sustu demez ki orda. Anlarlar, anlaşırsınız. Sözcükler olmadan, hatta bazen mimik ve jestlere de gerek kalmaz. Anlamasalar da bu önemli değildir. Çünkü bir dostun yapması gerektiği gibi sakince oturup beklerler. Gerektiğinde uzanıp ellerini tutabileceğiniz bir mesafede.

Büyük bir ihtimalle bir şehirdeki "dışardan gelen" olmakla ilgili birazcık da bu ama olsun. (Hmmm İstanbul Tayfası da acaba "burda hiçbir halt YOK!" diye ısrarla vurgulamamıza rağmen bu yüzden mi hala "Ankara'ya gelelim yaa" diyorlar. Bunu diyenler de genellikle Ankara'da uzun süre yaşamamış olanlar. Neyse bunu onlara sorayım, sonuçta nedenler değişkenlerdir.)

Geleceğim nokta ise şudur: Bir gün gelecek... yakın değil... kolay değil... belki birazcık ütopik ama bir gün gelecek. Öyle bir gün ki bu o günden sonra artık sözcüklere gerek kalmayacak. Sadece dost meclislerinde değil, bütün insanların ortasındayken de. (Sözcüklere gerek yok derken basit cümleleri bunların dışında tutalım, örn: karnım acıktı!) İnsanların yüzünde hafif bir tebessüm içlerindeki huzuru dışarıya yansıtacak. Düşünsenize dünya nihayet yaşanılır bir yer olacak çünkü insanlar yapmakla tek mükellef oldukları ve en iyi yapmaları gereken işin yaşamak olduğunu ama günü kurtarırcasına değil, huzur ile dolu, mutlulukla dolu bir yaşamı yaşamak olduğunu farkedecekler. Bunca zaman gözlerinin önünde duruyor olacak cevap ancak o âna kadar hiç cevap için gereken soruyu sormadıklarını farkedecekler. Dünya daha güzel bir yer olacak hatta en güzel bi yer olacak. O gün gelecek ve o günün geldiğini kavaktaki balığı otuz şubat günü gördüğünüzde anlayacaksınız! O zamana kadar bunu önceden öğrenmiş sayılı kişilerden birkaçı oldunuz...Keyfini çıkarın :)

Neyse işte... İstanbul'a geliyorum! Kendimi biraz daha bulmaya belki de...

22 Kasım 2009 Pazar

Gelecek yazılar...

Yaklaşık 2 saat önce Yağmuru ve yeni arkadaşlarımızı gardan uğurladık. Tatlı bir yorgunluk ve acısı tekrar kavuşmalarla çıkarılacak bir hüzün var içimde. İki gündür de yazacak aslında çok şey topladım ancak fırsat olmadı ve şu anda da yazamayacak kadar yorgunum. (şaka maka dün bizi deli dürttü 5 saat falan uyuduk). Şimdi yazmazsam unuturum, yazarsam kendimi ifade edemem ve büyük ihtimalle okunmayı güçleştirecek bir sürü hata içerecektir (şimdi bile 1 yazıp 5 siliyorum...). O yüzden en azından gelecek yazıların başlıklarını şuraya not düşeyim ki (çünkü not defterimi kaybettim, evet hıhı, böyledir) Oturduğumda "bişey yazcaktım ama ne?" halleri olmasın.

* üfffffffffff unuttum (ikmysei harflerinden bir küfür yapın işte onu üfffffffffffffff ile yer değiştirin)! Bütün günlerim artık bir rüya gibi (pembe ve güzel olanlarından değil de sabah kalkıp parça parça hatırlayıp asıl önemli kısımlarını unuttuklarınızdan)! Hatırlayınca yazıcam!

* aha bi tane hatırladım: Kadın-Erkek ilişkilerinde erkekler (hatırlatıcı olsun diye anlamsız oldu)
* Eski günlere ağıt...
* İçten sarılmanın önemi...
* Dikkat Anarşist Düşebilir...

İçinde bulunduğum durumu şu şarkının sözleri (ki özellikle nakaratı) çok iyi özetliyor (Teşekkürler Irmak)


Bu geceki tiyatro da çok güzeldi: Dikkat Anarşist Düşebilir. (hakkında daha detaylı bir yazı yazılacak)

Ve son teşekkür de başta Yağmur, Efe ve Efemin ev arkadaşları Ali ile Emre olmak üzere, Ebru'ya, Seda'ya ve Işıl'a gidiyor. Tanıştığımıza gerçekten çok mutlu oldum.



Not: Bu yazı çok dağınık oldu ama bunları yavaş yavaş açıklayacağım. Kendinize dikkat edin, C vitaminli meyveler falan yiyin ya da maydanoz işte ne isterseniz.





19 Kasım 2009 Perşembe

Birkaç açıklama....

Bugün aslında birşeyler karalamak (olmadı yaaa klavye başında, tıkırdatmak mı desem?) istiyordum buraya ancak sayfanın sağ üst köşesinde gördüğünüz ziyaretçi defterini ekleyene kadar canım çıktı ve cumartesi günkü sınavıma "artık" "ciddi ciddi" çalışmam için çok zaman kalmadı o yüzden sadece birkaç açıklama yapayım dedim.

1) Lütfen sağ üstteki "Düşünce Paylaşımı..."nın altındaki bağlantıya tıklayarak düşüncelerinizi benimle paylaşın, çok mutlu olurum. Olumlu eleştirileri de açlıkla bekliyorum.

2) Ziyaretçi defterinde birşeyler paylaşılacak gibi olursa blog'a bir forum da ekleyebilirim ama bilmiyorum zaten internet başına bu kadar bağlanan sizlere altı üstü bir sigara-kahve molası verdiğinizde dinleyebileceğiniz bir müzik ve okuyabileceğiniz düşüncelerimi sunmaya çalışıyorum bir de bunun içine sizi çekmeye hakkım var mı bilmiyorum... zamana bırakalım.

3) "Hissi Kablel Vuku" yazısındaki "anlamadım" seçeneğini veya herhangi bir yazıdaki herhangi bir tepkiyi seçen arkadaş(lar)ın kim olduklarını ne yazık ki bilemiyorum <:( ancak o yazıyı ben yazmama rağmen ben bile anlamadım. Sadece arada sırada aklıma takılıyor "olm gelecekte şöyle şöyle olacaksın heralde, gidişin gidiş değil..." diyorum kendi kendime acaba size de oluyor mu, oluyorsa nasıl aşıyorsunuz diye merak etmiştim ancak kendimi fazla açığa vurup net olmadığımdan bir "ne diyor ki bu çocuk?" sorusu doğmuş olabilir. Paylaşalım hala anlamadıysanız :)

3.1) Bi de yanlış anlaşılmasın o tepkiler önemliler, kimden geldiğini bilmesem de yazdıklarımı değerlendirmem nasıl bir duygu uyandırdıklarını anlamam için iyi bir araç. Tepki verin! :) Tepkinizin karşılığı orda yoksa,orası eksik demektir, söyleyin ekleyeyim :)

4) Çok sosyal biri olsam bir etkinlik takvimi ekleyecektim blog'a, maksat yaptıklarımdan sevdikleri haberdar edip fırsatları olursa yollarımızı kesiştirmek ancak tam buna yeltendiğimde son anda farkettim ki takvim sadece okula derse gittiğim şeyleri aktivite olarak içerecekti (ki onlar da çarşamba hariç hafta içi hergün, ilgilenenlere duyurulur) dolayısı ile çok saçma olacaktı ve kendi asosyalliğimi (veya olma çabamı) suratıma suratıma vurup takip edenlere ilan edecekti, "boşver adaam sen de" dedim ancak bir takvim oluşturabilirim ve siz aktivitelerinizi bulunacağınız yerleri ve zamanları yazabilirsin. Hem belki sonra benim de enteresan bir etkinliğim olur ben de yazarım ya da orda yazdınız diye o tarihte takip edenlerin bazıları karşınıza çıkabilir. Ama şimdi o zaman da "login" zorunluluğu mu getirmeliyim..... Püffff işin içinden çıkamadım.... buna tepki gelmezse yazmamışım sayacağım.

5) Müziklere Burcu'nun hatırlatması üzerine İncesaz ekledim. "Nasıl unutmuşum?" dedim kendime. Aklınıza gelen şarkı olursa lütfen bi şekilde sööleyin. Mümkünse ekleyeyim.


6) Hepinize mutlu günler diliyorum :)

~cihan~

18 Kasım 2009 Çarşamba

Ayrılık da sevdaya dahil...




Her ayrılan terketmiş mi olur?

Yaygın bir inanış var ya hani: "Giden terkediyordur" diye, ben Murathan Mungan'ın aşağıdaki şiirinin verdiği mesajı seviyorum bu konuda.


TERKEDEN

Kimdi giden kimdi kalan
Giden mi suçludur her zaman?
Ne zaman başlar ayrılıklar
Dostluklar biter ne zaman

Her geçen gün bir parça daha
Aldı götürdü bizden
Aynı kalmıyordu hiçbir şey
Değişiyordu herşey, kendiliğinden

Artık çözülmüştü ellerimiz
Artık bölünmüştü yüreğimiz
Birimiz söylemeliydi bunu
Ötekini incitmeden

Kimdi giden kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terkeden
Giden de
bu yüzden gitmiştir zaten

MURATHAN MUNGAN

Bir ayrılığın nedenini, nasıl gerçekleştiğini yalın bir biçimde anlatmış sanırım. Hala bunun ötesinde tutup da eski güzel Türk filmlerinden çıkmış "Beni sevmiyor musun Rifat?" gibi sorular anlamını yitiriyor günümüzde (en azından belirli bir seviyenin üzerinde olanlar için diyelim en azından). Şimdi seviye diyince de okumuşu, cahili, tecrübelisi veya toyu diye ayırmayalım da hayali ve birbirinden farklı iki seviye düşünelim. Bunlardan bir tanesine sevgi yeter de artarken diğeri sevgisinin yanında başka ruhsal-fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir sevgi arar, hiç olmadı iki seviye arasındaki hayattan beklentiler farklıdır, amaçlar ve bunlar adına yapılanlar (yapılması gerekenler) farklıdır.... bööle devam edersem işin içinden çıkamam yani ne öteki kırılsın ne beriki bozulsun diye bitmiycek bu yazı. Kısaca şartlar farklıdır yahu, bazen olmaz da olmaz, olduramazsın. İlişkideki bir tarafın mutluluğu (belki de dolaylı olarak ilişkinin de mutluluğu) diğer tarafın üzüntüsü ve/veya ezilmesi pahasına mümkün kılınıyorsa,bu ilişki nereye kadar gider. Mutsuz olan taraf kabul etse bile bu işleyişi, mutlunun hakkı mıdır önüne sunulanı bir insanın mutsuzluğu pahasına sorgulamaz bir sarhoşlukla kabul etmek? Evet mi..... hayır mı..... Kişisine göre değişir ve değinip de açıklamak istediğim nokta da bu değildi.

Bu yazının konusu aslında "ayrılığın doğal süreci" veya "ilişkinin son noktası: ayrılık" gibi düşünülebilir. Zuhal Olcay'ın yukarıdaki parçası çalıyor mu? Ne dedi orda: .....çünkü ayrılık da sevdaya dahil..... Hiç farketmemişim daha önce bunun bu kadar net olduğunu!
İnsan doğamız gereği (yani herhalde) bir şey iyi gidiyorsa, normaldir, doğaldır, hatta sorun yoktur, fakat ne zaman gri bulutlar belirse sanki işleyişte bir yanlışlık varmış, düzeltilmesi gereken birşey vardır gibi hissederiz. Çoğu zaman da doğrudur ve bu düşünce de o çoğu zamanların tecrübesi olarak işlemiştir "insan doğası"na. Ancak ya birşeyin illa ki kötü gitmesi gerektiğini, onun an itibariyle kötü olduğunu, sıkıntı yaratıp acı vereceğini bilmenize rağmen doğru şey olduğunu (hadi biliyorsunuz demeyeyim de) hissediyorsanız... o zaman n'olacak? Sorun yokmuş gibi üzerini örtüp bir sonraki krizi mi bekleyeceksiniz yoksa hissettiğiniz şey doğrultusunda, diğer tarafı da er geç rahatlatacak, ona birşeyler katacak olan acı kararı mı direteceksiniz? Olaylara bu yazı çerçevesinde sadece siyah ve beyazlarmış gibi baktığımın farkındayım ancak herşeyin net olduğu şartlar altında bile işleyemeyen bir fikre ulaşırsam, doğruluğu ve geçerliliği ne kadar olur ki? O yüzden bir sonraki adıma zemin hazırlamak için bu yazı "katı" baksın bu konuya.
Acı çekmek büyümenin ve olgunlaşmanın olmazsa olmazıdır! (Bu sözden "mazoşistçe acı arayın, bulun ve onu çekin, sadistçe millete acı çektirin çünkü asıl erdem burdadır..." benzeri anlamlar çıkartan arkadaşları gerçekliğe davet ediyorum, çünkü yok öyle bişey, tabi biri psikopat değilse....) Bu yüzden karşılaşıldığında acı çekmesini de bilmek gerekir. Neden mi? Her zaman söylerim: "O elma güneşte bu kadar çok yanmasaydı, tadı nasıl olurdu?" işte bu yüzden!
Kişinin ne istediğini bilmesi için önce istemediklerini yaşamalı sanırım. Üffffffff nerden nereye geldim yaaa müzik bi kesilip bi gelince bütün düşüncelerim sapıyor....

Demek istediğim: Ayrılık terketme değildir, karşı tarafı hatırladıkça. Bir terketme unutma değildir, karşı tarafın fikirlerini her daim kulaklarınızda duyup önem verdikçe... Uzaklaşma yüz üstü bırakma değildir, eğer o zamana kadar karşı taraf öğretmek istediklerinizi öğrenmişse ve illâki konuşmuyorsunuz, görüşmüyorsunuz, işiniz ayrı yolunuz sapa diye bu bir ayrılık değildir, eğer ki sizi hayatınızda bir basamak yukarıya taşıdıysa...
Yarın gidin ayrılın demedim ben! Ayrılık vakti yaklaştıysa şiirdeki gibi, olgun düşünün, zaman kaybetmeyin, acıyı ha bitti ha bitecek diye uzatmayın (Murphy'nin kanunları #34: Tünelin ucundaki ışık, size doğru gelen bir trenin far'ıdır.) çünkü o sonda görünen ışık pek hayra alamet değildir. 
Son olarak: Birbirinizi unutmayın, sevgiyle hatırlayın, kırk yıl bir gün karşılaşınca bir çay-kahve içecek hatrınız kalsın. Sizin yüzünüzden kalmamışsa bu hatır, bütün o ilişki süresini ne yazık ki boşuna geçirmişsiniz ve bu kadar değer veriyorum, bana benziyor kendimi buluyorum dediğiniz kısım meğer kendinizde nefret ettiğiniz parçanızmış demektir.
Bi de unutmayın: Ayrılık er ya da geç gelecektir, ya hazır olur bunu kendinize avantaja dönüştürürsünüz ya da pembe rüyalar ülkesinden gerçekliğin buzlu sularına girdiğinizde duvara çarpmış gibi olursunuz. Ve gerçeklikler ülkesinde küresel soğuma var, zaman geçtikçe sular daha soğuk oluyor.....
"Ölüm Allah'ın emri, ayrılık olmasaydı..." Orhan Veli KANIK.
Not: 1) Kırmızı at, Corci gibi hayali bir kahraman değildir, çok sevdiğim bir dostum, kardeşimdir inşallah ara sıra onun da paylaşımlarını burda görürüz.
2) Burcu'ya teşekküründen dolayı teşekkürü burdan bir borç bilirim. Ben kimse okumuyor, okusalar da sallamıyorlar sanıyordum ancak kendisi meğer ne kadar da benzer-aynı şeyleri düşündüğümüzü, insanların farklı farklı ama temelde aynı olduklarını bazılarının sadece kendilerini daha iyi gizlediklerini bazılarınınsa sadece gerek duymadıkları veya yapamadıkları için bazı ortamlarda kendilerini açığa vurmadıklarını farkettirdi bana. Meğer kendimizi her açtığımızda insanlığı açıyormuşuz cümle aleme... bilememişim.

17 Kasım 2009 Salı

Toplumdaki sevgi eksikliği üzerine...

Hiç farkediyor musunuz bilmiyorum ama toplum(umuz)da bir sevgi eksikliği olduğunu saptadım. Anlayış yok, sevecenlik yok, nezaket, hoşgörü, yardımseverlik, iyilik yok... Sevgi göçmüş bu diyarlardan.

Küçük, izole gettolara benzeyen ve bütün dünya nüfusuyla karşılaştırınca "minicik" kalan, okyanustaki su damlası misali sosyal çevrenizin içinde durumlar nasıldır, bilmem ama herhalde iyidir. Seviyorsunuzdur birbirinizi, anlıyorsunuzdur, hoşgörüyorsunuzdur, yardım ediyorsunuzdur.... Yapıyor musunuzdur? Çıkarınız olmaksızın, bir daha görüşmeyecek olsanız dahi, "yap iyilik at deryaya" mantığıyla da olsa... Yoksa inceden bir çıkar mı vardır ipin ucunda? Olabilir, olsun da! Ancak "çıkar" dediğimde akla hep maddi şeyler gelmesin isterim. Örneğin sokaktaki yaşlı adama gülümseyip "İyi günler!" dediğimde iyi bir karşılık alırsam bu da benim çıkarımdır. Kendimi iyi hissederim, çok şeyden fedakarlıkta bulunmamışımdır. Pişmanlık duymam... Kısaca günüm güzelleştirir.

Tamam masum çıkarlarımız olsun birbirimizden. Hayata zevk katan şeylerdir de bunlar aslında. Peki neyi paylaşamıyor insanoğlu? Dünya yeterince büyük ve çöllerde bile -mevcut teknoloji sağolsun(!?)- tarım yapılabiliyorken toprak da bereketli, yani herkese yetecek yiyecek de var. İnsanoğlunun ilk iki elzem ihtiyacı karşılanabilir. Peki neyi paylaşamıyor insanoğlu? Diyelim ki Tanrı bizi dünyaya gönderdi. İnsan neden kalkıp da "Benim bulduğum parayı, şu hesaba yatırmadan ve benim ülkemin senin ülkendeki şu binasından şu şu evrakları onaylatmadan Tanrının bana verdiği(!?) topraklara adım atamazsın!" der?

Sonuç olarak (diyelim ki) bir alışveriş merkezini gezemeyecekseniz neden oraya gidersiniz? Dünyayı özgürce gezemeyeceksek ne anlamı var ha burda olmuşuz ha 1 kilometrekarelik bir yerde bütün bir ömrümüzü geçirmişiz (ya da heba etmişiz)

Ne diyorlardı: (yanlış hatırlamıyorsam) "Bir zamanlar ağaçlar çoktu ve meyveler boldu, ne zaman ki birisi bir ağacın etrafını çitlerle çevirdi o zaman fakirlik kavramı çıktı" ya da en azından bu anlamda birşeydi.

Dünya'da kötü insanlar var. Buna karşı gelmiyorum. Ancak kötü olarak etiketlediklerimizin bir kısmı zaten Tanrı'nın verdiği şeyleri almak isteyen insanlar (örn: karnı aç olduğu için iş arayan ancak bulamadığında ekmek çalan çocuklar) ve iyi olarak etiketlendirdiklerimizin de çokça bir kısmı henüz kötülükleri gün yüzüne çıkmamış, kendilerini çok iyi gizleyebilen kişiler (ki artık gizlemiyorlar da ama gene de onlara birşey yapılmıyor, en azından benim televizyonda ülkem için gördüklerim bunlar).

Şimdi durum şu: Bir kısım insan dünya üzerindeki kaynaklar üzerinde hak iddia ettiler, kimse buna ses çıkarmadı ve farkedildiğinde artık düzen o kadar sarsılamazdı ki hayatta kalmak için uyum sağladılar. Yanlış anlaşılmasın düzeni bir gecede değiştirmek istemiyorum, zaten tek kişilik iş olmadığı da aşikar. Fakat "herşeyimi alabilirsin ama ruhumu asla!" sözüne ne oldu? Nerde kaybettik bunu? Neden kimse yolda birbirine selam vermiyor? Neden birisi girişimde bulunduğunda hırsızmış gibi bakılıyor? Bu antisosyallik, insandan korkma, hatta yabanilik acaba tecrübe sonucu karakterimize işlenen koruma mekanizmaları mı yoksa artık gölgemizden bile mi korkuyoruz, kendimizden korktuğumuz için mi tanımadık kişilere bir selamı çok görüyoruz? Selam derken kahveye giren adamın "10 puan sevap" kazanması için bir hedef seçmeden ööle ortaya döktüğü "Selamın alyküm"den bahsetmiyorum. Sıcak bir gülümseme, bir baş eğme jesti, bir iyi günler, merhaba, (yalandan da olsa) bir nasılsınız... çok mu...

Devlet bile küçük bir ölçekte düşünüldüğünde bir topluluktur. Herhangi bir topluluktaki bir fert diğer bir üyeyi sevemeden ona ne kadar yarar sağlayabilir veya ondan ne bekleyebilir ki? Ölçeğin ne kadar büyük olduğu farketmiyor. Tanımadığınız birisi için hiçbir zaman karşılığını alamayacağınız bir iyilik yapmak herhalde dünyanın en zor şeyine dönüştü bir ara.

Geçen gün yağmurda gidiyorum. 35-40larında bir amca okul içinde otostop çekiyor. Durdum, aldım. Teşekkür etti. "Almıyorlar..." dedi "almıyorlar... halbu ki herkes 2-3 kişi alsa ne kaybederler" o anda farkettim.Uğruna ne kadar uğraşırsanız uğraşın, isterseniz gecelerinizi gündüzlerinize katın, para denilen kağıt parçalarını kazanın ve onlarla bişeyler satın alın (benim örneğimde araba). O size ait midir? Değildir işte , değildir! Yaktığın benzin senin mi? Harcadığın elektrik, su senin mi? Bunlar hepimizin. Küçük düşünmeyelim. Belki bu adam bana para vermedi veya bir yerde imtiyaz sağlamayacak ama üşütüp hastalanmayacak, yarın işine gelebilecek, belki yapacak belki yapmayacak (iyimser olup işini iyi bir şekilde yapacak diye varsayıyorum), onunla işi olan kişi işini daha kısa sürede bitirecek başka şeylere zamanı artacak.............. bu zincir takip edilemeyecek kadar uzun ve fakat ucu gelip bana dokunacak! Nedenini belki bileceğim belki aklıma bile gelmeyecek (ki büyük ihtimalle ikincisi) ama beni etkileyecek önünde sonunda.

İnsanlar neyi paylaşamaz..... Yarın tanımadığınız birine selam verin olmaz mı hatta ve hatta fırsatınız olursa onunla tanışın. Endişeliyseniz takma bir isim kullanın ama tanışın. Halini hatrını sorun ama bu sefer farklı olsun. Onun sizin amcanız, kardeşiniz, sevgiliniz, veya değer verdiğiniz birisi olduğunu kabul edin. Bir sorununu öğrenin ve ona bir çözüm üretin. Tanrı aşkına üniversitede okuyorsunuz, aklınız ondan daha çok şeye eriyor! Akıl verin. Çünkü o, onun babası veya babasının babası sizin için çalıştı, tarlada, fabrikada, otelde, hademe olarak bir yerde.... ama (bilerek veya bilmeyerek) içinde yaşadığınız toplum daha iyi olsun diye, başka toplumlar önünde başınız yere düşmesin diye çalıştı siz şimdi ona veya onun torununa bir fikir vermişsiniz çok mu? Kaldı ki işe yaraması da gerekmez sadece kendini önemli hissettirdiniz, "bu ülkede yalnız değilim!" fikrini filizlendirdiniz belki de içinde kim bilir? Ancak toplumsal bağlar böyle böyle kurulmuyor mu? Aynı adamın yerinde yarın sizin olmayacağınızın garantisi asla yok yani aslında kendinize yardım ediyorsunuz orda. "...... kendini sayısız parçalara ayırdı ve kendi suretinde insanları yarattı...." yani aslında bildiğiniz bilmediğiniz herşeyi toplayabilseniz ve bir araya getirebilseniz.... evet O'nu yaratıyor. Yani sen, ben, o.... biz "bir"in parçalarıyız ve "bir"e gidemiyoruz gitmemiz gerekirken...

Çıkarları için fırsatları kovalayıp anlamsız bilgileri saklayan, çelme takmaya çalışan insanları bir kenara bırakın, gelecekleri nokta gün gibi bellidir ya çok paralı olacaklar ve bunu harcayacak zaman, ortam bulamayacaklar veya bu kadar karmaşa, kötülük ve nefret yaratan kişileri doğa zaten ayıklayacaktır....

Neyse çok uzattım ve belki de toparlayamadım aklıma heryerlerden üşüşen bilgileri. Kısaca: İyilik yapın iyilik bulun (bulamıyorum diyen bana gelsin ben ona yaparım :P tööbe tööbe)

Yazının şarkı sözü olarak da şu olsun o zaman: Pink Floyd/Hey You - "Together we stand, divided we fall!"

~~Chn~~

reglden ziyade

erkeklerin de aybaşı olur.

~kırmızı at~

15 Kasım 2009 Pazar

Loneliness: A Curse or A Bliss?


Yalnızlık... Kimilerini ne kadar da çok korkutan bir kelime değil mi? Peki aslında nedir yalnızlık? Kişinin yanında kimselerin olmayışı mı, yanındakilerin aslında yanında olmaması mı, acizliğini hatırlatmaması için başka insanlara olan ihtiyacını hatırlatan bir kelime mi yoksa kendi başına geldiği bu hayatta kendi başına ayakta duramadığını belirten bir kelime mi...

Kim bilir ki? Her nasıl tanımlarsanız tanımlayın ancak mor,pembe, turuncu, siyah boya kutularından çıkmış basmakalıp sözleri kabullendiremezsiniz bana.Yalnızlık konusunda gayet sert bir duruşum var: İnsan yalnız gelmiştir, yalnız gidecektir ve bu iki nokta arasında karşılaştığı hiç kimse kişinin bireyselliğini (bireysel olma durumunu) değiştiremeyecektir!

Konuşmak, konserlere beraber gitmek, bir cafede saatlerce oturmak, gelecek hayalleri kurmak, sinemaya gitmek (ki zaten kendi başına bireysel bir eylemdir), ve benzerleri... Azaltır mı yalnızlığınızı? "Eveeeet, ya başka n'olcaktı" diyenleri duyar gibiyim. :)

Ancak işin aslı pek de öyle değil sanırsam. Hayır, bunlar kötü şeylerdir, kimse sosyalleşmesin demiyorum ancak sosyallik aktiviteleri birer uyuşturucu gibi değiller mi? Dürüstçe kendinize cevap verin. Birlikteyken, veya en kötüsü yakın zamanda görüşecekseniz (bir kişiden farklı kişiler de olabilir) yani bir sosyal ortam içerisindeyseniz veya yakın gelecekte bir sosyal ortam görünüyorsa, dünya toz pembe. Amerikan kokulu sitcomlara dönüşüyor hayat bir anda. Barlar, kızlar/erkekler, komik olaylar. Resmen Those were the days'i gelecekte siz yazacaksınız gibi suni bir hayat.

Peki bunların hiçbirinin sonsuza dek sürmeyeceğini neden farketmez kişi? Sigara sağlığa zararlıdır, peki sosyal ortamlara ihtiyaç duymadan yaşayamamak çok mu sağlıklı? İşin en enteresan tarafı da bu sosyal ortamlarda herkesin kendini özgür, bağımsız (yani hiçbir şeye bağlanmayan) kişiler olarak lanse etme yalanı. Peki madem o kadar özgürsün ve bağlanmıyorsun neden yalnız kalamıyorsun? Yaptıklarından illa ki birilerinin haberi mi olmalı, yoksa bu dünyada anlamın yok mu? İlla ki kendi çöplüğünü oluşturup o küçücük sosyete içinde bir statü sahibi mi olmalısın? Yalnız olarak yapabileceğin (hatta yapman gereken) şeyleri bitirdin mi de çıkardığın (yani yalnız kalabilseydin çıkarmış olman gereken) sonuçları illa ki birileriyle paylaşmak istiyorsun. Kısaca: çantanda paylaşabileceğin gündelik olaylar ve çalıntı sözlerden başka ne var. Bunca zamandır dünyadasın: Ne farkettin ki birazdan anlatacakların beynimde bir ışık yakacak?

Bağımsızlıktan kasıt: "Hiçbirşeye bağımsızlık!" olursa, bağlandığın kişileri neden bırakamazsın ki? Yalnız kalabilemez misin, bir barda tek başına biranı içip evine gidemez misin, çayını yudumlarken kitap okumak ya da vaz geçtim boş boş oturmak yerine illâ ki birileri mi olmalı yanında? En yalnız olması gereken sanatçılar bile aslında egolarını tatmin edebilecekleri küçük-büyük bir hayran kitleleri yoksa veya olmayacaksa bu işe hiç kalkışmazlardı herhalde. Hayat bireysel bir yol ve kendi başına birşeyleri başaramamış kişiler de boş zamandan başka bir şey değildirler gerçekte.
Gelecek için ön görüm: Evrim yalnızlığa, bireyselliğe doğru gidiyor... İstenildiği kadar küreselleşilsin, sosyal ağlar dolup taşsın, insanlar birbirlerine mesajlar gönderip "dürt"sünler... Sonunda, er ya da geç, kişi tek başına kalacaktır ve buna hazır olmalıdır, aksi takdirde yıkımı çok büyük olur. Kendi kendine yetebilmek denen şey var ya, işte onu "yalnızlık" söz konusu olduğunda da başarabilmelidir kanaatimce. Kefenin cebi yok sözü gibi, dünyadaki hiçbir tabut da çift kişilik değildir....

İlk başlarda depresif olabilirsiniz, gayet normal. Ancak bir kez içinizdeki gücü ve yalnızlık zamanında doğan potansiyelinizi keşfettiğiniz zaman hayat yukardaki saçma ve hüzünlü resimlerden aşağıdaki, yalnız ancak umutlu resme dönüşür.



Güzel değil mi? Yalnızsınız, tıpkı buraya geldiğinizde ve ayrılacağınızda olduğunuz gibi ve hayat hiçbirşeye bağlı olmadığınız için sonsuz potansiyel sunuyor size. Bu yol bir adımla başlıyor ve size uçan balonlara ulaştığınızda gökyüzünü (cenneti) vaad ediyor.

Not: Karşı argümanı da: Sosyal bağları olmayan insan, kökleri olmayan ağaca benzer. İlk selde sürüklenip gider. (Cevabım mı? O zaman siz de sürüklenen çalılardan olursunuz, her yere özgürce gidebilen, kendini hayatın akışına bırakmış asıl özgür ve bağımsız kişiler.)


13 Kasım 2009 Cuma

Hissi kablel vuku...

(Alan Parsons Project - Old and Wise / bkz. Çağan Irmak - Bana Old and Wise Çal! [Kısa Film])

Eskilerden bir deyimmiş bu: Hissi kablel vuku.

Gelecekten haber almak/hissetmek anlamına geliyormuş kullanıldığı yere göre.

Hiç başınıza geldi mi bilmiyorum? Merak da ediyorum aslında.
Hiç geleceğinizin nasıl olacağını düşündünüzmü? İki kutba (iyimser ve kötümser kutuplar) yaklaşmadan. Objektif olarak hiç "Ya ben galiba şöyle olacağım..." dediğiniz oldu mu? Ben çok para kazanacağım, benim üç çocuğum olacak, kalp krizinden öleceğim gibi şeyler değil. Sonuç olarak bir yaşam var yaşanacak ve bu koca yolda sadece belirleyici bir~iki olay söylemek o kadar da zor değil. Benim demek istediğim şey: "Ya ben bi hayat sürdüreceğim, ama öyle ama böyle. Sıradan veya aşırı uçlarda ama işte şöyle olacak. Büyük ihtimalle şurda olacağım. Tamam istediklerim bunlar bunlar ancak kendimi de kandırmayayım. Bak gelen gidiyo gelen gidiyo... Hepsinin nice arzuları vardı. Demek ki iş sadece dileyip çabalamayla da bitmiyor. İnsanda şans da olacak. Olayların ağı farklı kurulmuş olacak. Güzel bir golü atan futbolcunun ayağına düzgün gelen orta gibi, kalenin önünde durmayan savunma oyuncuları gibi, dikkatsiz kaleci gibi faktörler de olacak. Kendimi kandırmayayım arkadaş. Geleceğim üç aşağı beş yukarı şöyle olacak..." dediniz mi?

Bana dediler... İnanmadım... Biraz akıl süzgecinden geçirip geçmişe de göz atınca er ya da geç bu söylenen şeyler olacak. Birileri söylediği için mi? Söyleyen de gözlem yapıp söylemiş ki herhalde zaman onu haklı çıkaracak gibi görünüyor.

Hayat akıyor... Dedeme son hatırladığın şey ne diye sordum geçen gün... 10 yaşlarında bisikletten düşmüş... Bunun gibi hatıralarını 20~30 posta anlatır, belki de hala anladığımdan emin değildir. Dürüst olmak gerekirse noktası virgülüne aynı şeyleri her dinlediğimde içinden başka başka tecrübeler çıkıyor, aynı hikayeler olmalarına rağmen... Hayat akıyor... Dedem şimdi 80 yaşında... " Eee 70 yıl nasıl geçti?" diyorum... "Bir 70 yılım daha olsa gene anlamam, göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor..." diyor.

Hayat geçiyor ve sona doğru hızlı bir geri sayım var... Birşey yapmalı... Devlet-millet kurtarma gibi değil... Güzel anlar, mutlu anılar biriktirmek; fotoğraflar çekip alemleri gezmek gibi de değil... Bir şey yapmalı... ... Ama ne?...

Murphy Kanunları

Bu yazıyı çok seviyorum. Çok pratik. Buraya koymasam içim el vermezdi.


Murphy kimdir?

1917 doğumlu Edward A. Murphy Jr. ABD Hava Kuvvetlerinde 1949'da roketler üzerine deney yapan mühendislerden biriydi. İnsan üzerine ivmelenmenin etkilerini inceliyordu (Usaf Proje Mx981). Deneylerden biri pilot üzerinde 16 değişik noktaya akselometre takılması gerekiyordu. Sensör bir yapıştırıcı ile ancak iki türlü takılabiliyordu ve birisi 16 sensörün tamamını da yanlış takmayı becerdi. Bunun üzerine Murphy, daha sonra kanun olarak nitelendirilecek ilk söylemlerini bir basın toplantısında açıkladı. Bir kaç ay içinde "Murphy'nin kanunları" mühendislik sahasında çalışanlar arasında yayıldı ve 1958'de de nihayet Webster'in sözlüğüne girdi. 



Murphy Kanunları:

1. Eğer kendinizi iyi hissediyorsanız, üzülmeyin geçer.
2. Hiçbir şey göründüğü kadar kolay değildir.
3. Herşey düşündüğünüzden daha uzun sürer.
4. Ne zaman birşey yapmaya kalkışırsanız, mutlaka öncelikle yapmanız gereken başka birşey vardır.
5. Birşeyler ters gideceğinden endişe ederseniz, ters gidecektir.
6. Kestirme yol, iki nokta arasındaki en uzun mesafedir.
7. Teneffüste zaman derstekinden daha hızlı akar.
8. Hata yapma olasılığınız herzaman aynıdır.
9. Aradığınız bir şeyi son baktığınız yerde bulursunuz.
10. Bir şeyi en uygun fiyata satın alırken, ne kadar çok uzun araştırırsanız araştırın, satın aldıktan sonra bir başka yerde daha ucuza satıldığını keşfedersiniz.
11. Parlemento faaliyette iken hiç kimsenin yaşamı, özgürlüğü ve mal varlığı güvende değildir.
12. Bir cihazı monte ettikten sonra, mutlaka birkaç civata artar.
13. Demiryollarına bakarak trenin nereye gittiğini asla bilemessiniz.
14. Bankadan kredi alırken, önce ihtiyacınız olmadığını ispatlamanız gerekir.
15. Bir şeyi tamir ederken, düşündüğünüzden daha uzun sürer ve daha pahalıya mal olur.
16. Bekar birinin (kız/erkek) arkadaşı yoksa bir nedeni vardır.
17. Size uygun birini bulduğunuzda, ya evlidir ya kız (erkek) arkadaşı vardır ya da gay'dir.
18. Bir şeyle fazla oynarsanız, onu bozarsınız.
19. Bir şeyi yerleştirken sıkışırsa zorlayınız; kırılırsa zaten değiştirmeniz gerekiyordu.
20. Bozulan bir ev aletini tamirciye nesinin bozuk olduğunu gösterirken, mükemmel bir şekilde çalışır.
21. Pipo, akıllı bir adama düşünmek için süre tanır fakat akılsız için ağzına sokuşturacağı bir şeyden ibarettir.
22. Herkesin, fazla bir işe yaramayan, "nasıl zengin olunur?" formülleri vardır.
23. Çöpü dışarıya almanız gerektiğini, kapıcı çöpü aldıktan sonra hatırlarsınız.
24. Bir tartışmada şüpheye düşerseniz mırıldanın, başınız derde girese tartışmaya başkanlık edin.
25. Beyin x güzellik x medeni hali = sabit'tir. Bu sabit ise sıfır'dır.
26. Hayata güzel olan herşey ya yasal değildir ya ahlaki değildir ya da kilo aldırıcıdır.
27. Kolay kandırılanların paralarının kendilerinde kalmasını sağlamak ahlaken yanlıştır.
28. Bir kişinin size karşı beslediği sevgi duygusu, sizin onu ne kadar sevdiğinizle ters orantılıdır.
29. Eldeki bir kuş, tepenizdeki bir kuştan daha güvenlidir.
30. Aşk, kalpte açılan bir deliktir.
31. İyi kızlar (erkekler) ipi sonuncu olarak göğüslerler.
32. Para, aşkı satın alamaz fakat sizi kesinlikle iyi bir pazarlık yapabilecek konuma getirir.
33. Murphy'nin altın kuralı: her kimin altını varsa kuralları o yapar.
34. Tünelin ucundaki ışık, size doğru gelen bir trenin far'ıdır.
35. Bekarlık ırsi değildir.
36. Sizden daha çılgın biriyle arkadaş olmayınız.
37. Güzellik yüzeyseldir ancak çirkinlik kemiğe kadar işler.
38. Herkesi memnun etmeye çalışırsanız, kimse bundan hoşlanmaz.
39. Yapılan hatalı bir hesaptan birden fazla kişi sorumlu ise, hiçbiri hata yapmamıştır.
40. Şüpheye düştüğünüzde, ikna edici olmaya çalışın.
41. Mantık, güven içinde yanlış sonuçlara sistematik olarak ulaşmanızı sağlayan bir metodtur.
42. Bir uzman, daha az bilinen şeyleri daha çok bilen ve hiçbirşey hakkında tamamiyle herşeyi bilen kişidir.
43. Bir "kişiye masa boyalı, sakın deyme!" derseniz, size inanmadan önce mutlaka masaya dokunacaktır.
44. Aşık olduklarında, akıllı bir adamla budala bir adam arasında hiç fark yoktur.
45. Bütün bir dönem kusursuz çalışan hesap makinasının, matematik sınavında pili biter. (açıklama: her ihtimale karşın, beraberinizde pil taşırsanız, o da bayat çıkar)
46. Bekarlık zamanın fonksiyonudur, ne zaman birini bulursanız, hemen bir başkası dikkatinizi çeker.
47. Büyük keşiflerin tümü hatalar sonucunda olmuştur.
48. Toplantı, gündemin tartışıldığı ve saatlerin boşa harcandığı bir faaliyettir.
49. Yeni sistemler yeni problemleri beraberinde getirir.
50. Biz herhangi bir konunun yüzde birinin milyonda birini bile bilmiyoruz.
51. Bir tasarım mühendisinin temel fonksiyonu üretici için onu imal etmeyi ve tamirci için tamirini yapmayı zorlaştırmaktır.
52. Okulun en zor dersinin sınavında, sınıfın en çekici (kızı/erkeği) yanınızda oturmakla dikkatinizi dağıtır.
53. Bir şeyi anlayamıyorsanız, içgüdüsel olarak doğrudur.
54. Bir deney doğru sonuç veriyorsa, bir şeyler ters gitmiştir.
55. Bir erkeği elde tutmanın yolu, onu bırakmamacasına sıkıca sarmalamaktır.
56. Denediğiniz herşey başarısızlıkla sonuçlanıyorsa, kullanma kılavuzuna müracaat ediniz.
57. Ters gitmesi muhtemel bir kaç olasılık içinde en fazla hasar verebilecek olasılık gerçekleşir.
58. Piyangoda para kazandığınız gün, ölümünüze fazla kalmamıştır.

Tamam buldum gibi sanırım

Yazının başlığına basınca gelen sayfada yorum yapılabiliyomuş :)

pffff

Yorum eklemeyi kaldırmıştım... Şimdi geri ekleyemiyorum... Şimdi teknoloji benim hayatımı mı kolaylaştırmış oldu??? Pffffffff

Hayat nasıl bir şey ki?

Uzun zamandır düşünmeteyim. "Hayat nasıl bir şey ki?" diye.

Hep günü birlik cevaplar buldum bu soruya. Bir gün hayat çözülmesi gereken büyük bir bulmaca, diğer bir gün tanrının kahve kupasındaki dünya ve kahve kupamın içindeki atomlar sandığım dünya, başka bir gün bir hata, öteki gün ise büyük bir planın parçası.... Liste böyle uzayıp gidiyor.

Son geldiğim nokta mı nedir?



"Hayat döngüseldir!" bir anlamda da değil, her anlamda döngüseldir! Örneğin sağdaki şu imgeye bir göz atın:

Bilenler bilirler bu bir celtic knot (ya da türkçe değimiyle kelt düğümü) Çok az kişiye tanıdık gelir ancak yıllardır gördükleri bir sembolle hemen hemen aynı anlamları taşımaktadır (veya öyle yorumlanabilir, sonuç olarak yapanlar farklı, inançları, hayata bakışları, belki de bu yüzden imâ etmek istedikleri şey farklıdır). O sembol ise şudur:



Çoğumuzun sonsuz, sonsuzluk sembolü diye bildikleri simge. İki simgeye de dikkat ederseniz (özellikle kelt düğümü) öyle değilmiş gibi görünmesine rağmen sadece ve sadece tek çizgiden oluşmuştur.

Önceleri doğrusal, çizgisel olarak düşündüğüm hayat sonraları inişleri ve çıkışları olan bir sinüs eğrisine dönüştü fikirlerimde (bilmeyen ve bilmek zorunda olmayan şanslı kesim için bir sinüs eğrisi basitçe uzunca bir ipi, halatı ya da hortumu bir ucundan şiddetlice salladığınızda oluşan dalgalar olarak düşünülebilir). Sonraları bu da hayatı tanımlamama yetmedi ve şiddeti değişken bir sinüs eğrisi daha çok uydu hayata (en azından benim hayatıma). Yani iniş ve çıkış miktarları farklı farklı olabiliyordu.

Şimdi bulunduğum noktada ise hayat bir kelt düğümüne benziyor. Yani düzlükleri, dönemeçleri, inişleri ve çıkışları var. Gözünüzle bir takip edin bakalım; tıpkı hayatınızı takip edebildiğinizi sandığınız gibi. Eğer yeterince labirent çözmüşseniz bu biraz daha kolay ve takip ettiğiniz çizgiyi kaybetmeden sonuna (!?) kadar gidebildiyseniz ne farkettiniz? Bir sonu yok. Gelebileceğiniz en uzak nokta (eğer bulunduğunuz noktadan bir daha geçmezseniz) sadece başlangıç noktanızdan bir önceki adımdır.

Peki bu yolda ne oldu? Geçtiğiniz yerlerin yakınlarından başka zamanlarda tekrar geçmek zorunda kaldınız. Rahatça takip edebildiğiniz düz yerler o kadar çabuk geçti ki belki de farketmediniz veya "biraz önce rahattı ama şimdi epey karmaşık" gibi düşünceleriniz oldu. Hatıralar hatırladınız, belki özlem duydunuz, atlattığınız için sevindiğiniz çizgilerin altından-üstünden geçtiniz.... ama nereye gidip gidip nereye geldi(k)(niz)? Başladığınız noktaya veya bir adım öncesine.

Şimdi daha bu kolay anlaşılır kısmıydı: 2 Boyutlu, tepeden görünümlü, gidilecek yönü belli olan tek ama sadece tek bir kişinin hayatıydı. Olsa olsa belki bir budist rahibinin bu kadar sade, kolay (!?) bir hayatı olabilir sanırım.

Peki her tanıştığınız kişinin de buna benzer bir düğümü olduğunu farkettiğinizde ne oluyor? Düşünsenize bi, öyle iç içe geçiyor ki bu düğümler birbirlerinden ayırmak imkansız. Bir düğüm olarak anılmasına rağmen hiçbir bağlantı noktası yok. Ayırmanın tek yöntemiyse en az bir tanesini bir noktadan kesmek ve diğerinin içinden çekip çıkartıp sonra ilk haline benzer bir şekle gelmesini beklemek!

Bu düğümler gözlemlediğim kadarıyla çok da hassaslar laf aramızda. Birini diğerinin içinden çekerken ikisine de zarar vermemek, formunu bozmamak, iz bırakmamak imkansız!

Basitleştirirsek şunun gibi bir dögü çıkıyor: "Kim ne olmak ister?" örneği:

Balıkçı -> Tekne sahibi -> Filo sahibi -> Balık üreticisi fabrikatör -> Bu Şirketin Patronu -> CEO'su -> Balıkçı ama daha az hırslı bir balıkçı.

İşte en basitinden başlangıçtan bir önceki adıma dönmedi mi yukarıdaki örnek?

Özetle: (şimdilik) "Hayat sadece başlangıçtan bir önceki adıma yapılan uzuun ve mutlulukla hüzün dolu bir yolculuktur..."

Sevgilerimle....

Not: Fikirlerinizi belirtirseniz yayınlamaktan ve tartışmaktan mutluluk duyarım.

12 Kasım 2009 Perşembe

Başlangıç....

Nalet olsun içimdeki bir anlık hevese... Yaptık böyle bişey ama yapana kadar o kadar çok inciğiyle cinciğiyle uğraştım ki içimdeki o kocaman yazma şevkinden eser kalmadı. Belki birazdan tekrar gelir.

Bu arada sağdaki müzik kutusuna sürekli aklıma geldikçe bişiler ekliycem bu deneme gibi bişey oldu artık.

Renkler de çok mu uyuz oldu ne? Amaan ben geliştikçe blog da gelişsin napiim, dünya bile 6 günde yaratılmışmış ben pıt diye blog mu çıkarcam.

Ben peki bu blogu neden açtım: (Dün Efe ile iki kelimenin anlamını gittiğimiz seminerde netleştirdik sanırım. Onları kullancam. Kurumsalmış gibi görüncek ama ööle diil ;) )

Misyonum: (Çok açık ve net) Aklıma gelen ilginç fikirleri ve hayata dair görüşlerimle birlikte sıradanmış gibi görünecek saptamalarımı fikirlerine değer verdiğim lakin oturup iki çift lafın belini kıramadığım sevdiklerimle paylaşmak.

Vizyonum: Benim gibi düşünen bir kaç sevdicek daha bulup yazarlık vererek bu blogda aklıma gelmeyen ve/veya gelip de kelimelere dökemediğim, olgunlaştıramadığım taze ve ilginç fikirlerini paylaşmalarını sağlamak ve/veyahut (!? veyahut ne be?) ne söylerlerse söylesinler küçük düşmeyip, hafife alınmayıp, aşağı görülmeyecekleri; bilakis yeni bir fikir penceresi açtıkları için saygı duyulacaklarına inandırıp cesaretlendirmek.


Bak kurumsal deil demiştim. Bi vizyon bu kadar uzun olur mu beee! Oldu işte.

Not: Kelimeleri iyi kullanamıyorum, hatamı saptayıp da patavatsızca söyleyene çıkışırım. Göze alan ikaz etsin :)


(Corci - Amma boş yazdın be Cian abii!
 Chn - Kafayı korum Corci sus! Az ve yetersiz bile oldu bir tanıtım yazısı için!)

Not: Corci benim hayali George Clooney karakterim. Nasıl y.vş.k bir tip olduunu öğrenmek isteyenler Facebook'ta bir yerlerde Corci ve ben diye bi yazım var. Ona bakıp zaman kaybedebilirler. Ya da etmeyin. Ben Corciyle mutluyum. O bir hayali blog karakteridir bundan bööle. Arada sırada çıkıp yorum yapcak. Evet evet böyledir, böyle ve böyle olacak. İyice deli cevat'a bağladım. Sakın kol saati hediye etmeyin........