30 Aralık 2009 Çarşamba

Aranızda 25. Saati izlememiş olanlar varsa bu ve bunun altındaki videoları izlemeMEniz tavsiye edilir!!!!




FUCK!!! Without any fucking censor!!! JUST AN EASY AND RELAXIN FUCK and that's all I wanna say....

Kötü şeyler yaptım... artık ne desem nafile....

Karanlık tarafa doğru çekilirken an ve an bir yıl daha bitiyordu, ben 24 yaşında, aklımda "hayatın baharı nerdedir?" sorusunun eşlik ettiği bir dizi düşünceyle ben yorgun, tanımadığım tarafları keşfediyordum, içimdeki çocuğa her gün kötülük ederken "böyle olmak zorunda" diye kendime dersler verirken, bir yıl daha bitiyordu ve ben 24 yaşımda ve ben yorgun ve ben kötü.... ne bok yiyeceğimi bilemiyordum....

Gökyüzünde ay vardı bu akşam... Dolunaydan biraz eksik ve etrafında bulutlardan bir çember.... Tanrının gözü olsaydı kesinlikle böyle muazzam bir şey olurdu... Bir toz tanesi kendini şu dünyada ne kadar önemli zannederse kendimi o kadar önemli zannedermişim...

İnsanlar görmüşüm.... kendimden vazgeçip peşlerinden koşmuşum.... bilmemişim ki zamanı bol olanın değeri az olurmuş... Çokmuşlar ama hiç yokmuşlar.... İşler varmış, gidişler varmış, mesafeler, yükümlülükler, kurtarılması gereken bir hayat varmış.... Ben birzamanlar bunları derken yokmuş ama şimdi kendileri yaşayınca varmış... Hayatmış bu.... Bilmiyorlarmış ki 5 dakika içinde perdeler kapanıyormuş....


Maskeler yapmışız sonra kendimize.... Yaşama yükümlülüğümüzü derinlere gömüp unutmuşuz ki aslında istesek de yaşayamayacağımızı hatırlayıp da üzülmeyelimmiş... Bakmazsan görmezmişsin, görmeyince de gönül katlanırmış, cahil kalan mutlu kalırmış... Bilginin güç olduğuna inanmışım.... Meğersem güç de sorumlulukmuş... Demoklesin kılıcını farkettiğimde meğersem pamuk ipliği kopmuş.... Şarabını içerken Dionisos'a gülmüşüm... Verdiği dersin alındığını farketmiş olacak ki o da kadehini bana kaldırmış....

Demokles bir süreliğine tahtını bana vermiş ve kılıcıyla tanışmama sadece 5 dakika kalmış..... Herkes bana bakıp da kılıcın sadece benim üzerimde salındığını sanmış ama kimse yukarı bakacak cesareti gösterememiş...

Son bir kadeh doldurmuşum da etrafı seyre koyulmuşum....

26 Aralık 2009 Cumartesi

Ölümden yaşam doğar...

Siz hiç ölümü düşündünüz mü?

Depresyon adası dolaylarında veya içinde bulunduğunuz hayatı unuturcasına değil... Zihinlerinizde büyük bir boşluk veya cennet-cehennem imgeleriyle de değil... Veyahut "zaten öleceksem... salla paşam gönder bi duble daha..." gibi de değil...

Siz hiç ölümü düşündünüz mü?

Neden vardır ölüm, neden giden kimse geri gelmez (şarkıdaki gibi), kendinizi hiç tanrı yerine koydunuz mu? Ben bi kere koydum... Çok saçma gelebilir ama devam edin lütfen (o zaman intihar meğilli olmadığım ortaya çıkacak çünkü). Şimdi düşünün, bütün ruhlar (kolay olacaksa insanlar da diyebilirsiniz ancak maddesel olarak algıladığımız anlamıyla değil. Çevrenizdekilere benzetmek isterseniz bir ağaç deyin, bir taş deyin ya da su deyin ama işte insanmış onlar...) bir gün toplanmışlar... Huzur, mutluluk, refah ve bolluk içinde yaşıyorlarmış... "İnsan bundan sıkılır mı ya?" demeyin... Deyin ki "sıkılmışız..." (henüz gerçek nedeni ben de bulamadım ama bitiş cizgisinde bir açıklama mutlaka olacak) O zamanlar tabi ki tek bir hükmeden güç yok (aslında şimdi de yok ama böylesi daha kolay geliyor inanmaya...), zaten kötülük olmadığı için kural yok ve bu kuralları uygulaması gereken mutlak tek güç de yok... Hep beraber (buna sen de dahilsin ben de) oturup karar vermişiz: "Bir şey yapmalıyız!". Bu şey gerektiğinden karmaşık olmamalı ancak içinde bulunduğumuzda basitliğini hepimizin kavramaması da lazım... Öyle bir şey olsun ki hepimiz aynı olalım ancak birbirimizden haberimiz olmasın, herkes bir herkes de öteki olsun... Hepimizin kendimizce erdemli düşünceleri olsun olaylara dışardan baktığımızda ancak içine girdiğimizde kendimizi tanıyamayalım... Ak-kara olmasın ama sonunda akla karanın ayrılacağına inandıralım kendimizi... N'apalım n'apalım? derken şu anda yaşadığımız sistemi bulup inşa etmişiz... Herşey güzelmiş ve ilk başlarda bazı eksiklikler varmış... Mesela ilk gelenlerin sayısı az diye herkes birbirini kolluyormuş, seviyormuş ancak kimin gerçekten ayaklarının üzerinde bireysel  olarak durabilip kimin topluluğa çaresizce bağımlı olduğu ayırt edilemiyormuş bu yüzden de önceki yaşamdan çok farklı değilmiş... Bir eksiklik de şuymuş: "insanlar" yaşamaları gerekenden çok yaşıyormuş, zira bitiş denilen şeyden habersizmişiz... (Her ne kadar toplanıp tanrıyı oluştursak da demek ki tanrıların da öğrenecekleri şeyler ve tadacakları yeni zevkler varmış...) Sonra üzüntüyle tanışmışız... Kaynağı gene bizmişiz ama bilmezmişiz... Yıllar boyu bu üzüntüleri biriktirip durmuşuz... Çok ağır gelmişler... Bu böyle olmaz diyerek yeni bir şey keşfetmişiz: Ölüm!

Hiçbirimiz başta (kendi yarattığımız şeyi hatırlamadığımızdan olacak) ölümü kavrayamamışız... Birşeyleri sevmişiz ve onlar bir gün gözümüzün önünden rızalarımız olmadan gitmişler... Üzülmüşüz, sinirlenmişiz, isyan etmişiz ama bunların hepsinin kendimize olduğunu gene de bilmemişiz... Asıl üzüldüğümüz sevdiğimizin gidişi değil de bizim onunla istediğimiz şeyleri yapamamış olmamızmış, o gidiyormuş bi yere ama biz daha birey olamadığımız için yalnız kalıyormuşuz, kızıyormuşuz ona "beni neden burda yalnız bıraktın..." diye. İşte bunları düşünmemiz de normalmiş çünkü birazdan söyleyeceklerimi düşünüp de uygulamaya koyabilirsek zaten dünya gene geçmişe dönecekmiş ve bir anlamı kalmayacakmış... Özet olarak sistemi böyle kurmuşuz ve şimdiye kadar da tıkır tıkır işlemiş...


Peki nedir ölüm? Parası olan, genç, güzel ve her istediğini elde edebilen bir bayan için bir lanet... kanserle boğuşup her kemoterapide binlerce kez ölen için baldan tatlı bir lütuf... Ama ölüm aynı ölüm, değişken olan sadece hayatlar...

"Hiç gitmeyecekmişsiniz gibi yaşamayın" diyenlere inanmıyorum bilakis hayatı böyle yaşamak gerektiğini düşünüyorum. Demek istediğim hayatın her zevkine dalın da sonunda yaşamayı çok da istemeyeceğiniz kadar karışmış bir hayat ve kullanılamayacak bir beden sahibi olmayın, ancak zevkine varın herşeyin...

Konuya geri dönersek... Siz hiç ölümü tabu olmaktan çıkarıp da düşündünüz mü? "Yarın ne yapsam?"ı düşündüğünüz gibi, "Alışverişte ne alsam?"ı düşündüğünüz gibi.... Siz hiç bir eyleme geçmeden önce "5 dakika sonra ölebilirim" diye düşündünüz mü? Ben deniyorum... ve bazıları için çok tehlikeli olabilecek birşey oldu.... ama şimdi bazı gerçekler vardır ya, hani kendin deneyimleyip bulunca muazzam birşeydir ancak cümleye dökülüp de önüne hazırcana verilince içi boş gibi görünür (bkz. lütfen basit atasözlerinin hayatınızdaki yansımalarını inceleyin ne demek istediğimi ucundan bucağından anlayacaksınız) işte bu söyleyeceğim de o kadar yalın ve net ki bu yüzden her yalın ve net şey gibi çok boş görünür.... Ölümü düşünün ama faydacı olarak düşünün, pratik olarak düşünün. Çıkıp dans ettiğinizde kimlerin güldüğü önemli değil, (zaman eğer göreceli ise) zaten 5 dk. sonra hepsi de öldüler, tozlarınız bile kalmadı.... Karşıda gördüğünüz kişiyle tanışmak istiyosunuz... e tanışın çünkü zaten öldünüz...

Ölümü hayattan zevk almak için kullanın.... bu azraile atabileceğiniz belki de en büyük çalım olabilir....


Not: Ben daha neler neler söylemek istiyordum aslında ama "Dünya üzerinde, Güneş altında söylenmemiş söz yoktur dostlarım" diyen düşünür bir kez daha haklı çıktı... Google'da "ölümü düşünmek" diye aratırsanız bu yazının copy-paste silsilesi olduğunu bile düşünebilirsiniz... en sonunda (kendimden hiç beklemezdim ama emeğe saygı diyim ne diyim) Ebru Gündeş'e bağlanıyor konu.... Ölümsüz aşklar var da ölmeyen aşık var mı.... Kadın bütün özeti vermiş şarkıda düşünene.... Kaldı ki Ebru Gündeş ile aynı kefeye koymamın kendilerine hakaret olmasa da çok çok uygunsuz kaçacak nice düşünür düşünüp durmuşlar ölümü... ölmüşler sonra :] ama işte olay bu değil. Kitap, yazı vs okunsun, destekliyorum, ancak kimse kendisinin düşünüp de bulamayacağı birşeyi bir kitaptan öğrenip gelip ahkam kesmesin, ciddiyim sert çıkarım! Ama sen bir miktar düşündün ve farklı bir bakış açısı lazım... nerden bulcan her zaman zıt görüşlü adamı (ya da sadece "ADAM"ı), işte o vaikt oku canım kardeşim! Gerisi.... sınav sorularını ezberleyip ÖSS'ye giren adamdan farksız gözümde...


Not2: Nalet olsun Google'a! Orjinal düşüncenin kökünü kuruttular.... ne düşünsem orda zaten biri düşünmüş... kendimi çok gereksiz hissediyorum an itibariyle....

13 Aralık 2009 Pazar

Dedim dedim hiçbiri dinlemedi....

.... ve insanlar ölüyordu hiç görmediğim şehirlerin sokaklarında. Çocuklar katlediliyordu barış kisvesi altında. "Büyüyünde bölücü olacaklar!" dediler, pek de emindiler. Yatakta, huzurlu bir ölümü düşleyen yaşlılar tank paletleri altında inliyorlardı. Atılan taşın isabet ettiği tamamen zırhlı asker ölmüyordu ama akabinde öldürdüğü kişi vesilesi ile insanlığı da öldürüyordu (ya da aslında insanlık buydu ve bizler çok şişirip abartmıştık, gerçeklerden iğrendiğimiz ve korktuğumuzdan ötürü...)

"Durun!" dedim "Durun! Ne bu şiddet, öfke, zulüm? Kendi bastığınız ve dahasını da basabileceğiniz kağıtlar yetmiyor mu? Kara kara sulara, sarı sarı taşlara mı kaldınız? Teknolojiyi geliştirdiniz ama savaş için miydi hepsi? Obezleri doyurdunuz da sıskalar mı çok geldi dünyaya, tehditler miydi? Barış ve sevgi diyen herkes mi bölüp parçalamaya zemin hazırlıyordu?"

Duymadılar, belki de duymazdan geldiler. O kadar "insaniydiler" ki beni öldürmemek için duymamış gibi yaptılar.


Dedim ki "Gönder artık kara atlılarını, birleştir ve ayır gök ile yeri. Yaşayanları öldür, ölüleri dirilt tekrar. Denizlerin kaynasın, karaların yarılsın. Güneşini batıdan doğur ve artık bu oyunu bitir çünkü yarattığın şey olmasını planladığın şeyden çok uzaklarda artık!"

Cevap verdi: "Olayların böyle olabileceğini ben bile tahmin etmiyordum lâkin olanlar benim de hayal gücümün ötesindeler ve kendi yazdığım senaryo sonundan daha da mükemmel!"

"O zaman inanmıyorum sana!" dedim,

.......

"Ama halâ benimle konuşuyorsun!" dedi bıyığının altından gülerek....


"O zaman sana karşı geldim, lanetle beni!" dedim,


Cevap verdi hiç acelesi olmadan:





"Zaten lanetledim, düşünebildiğini daha önce hiç farketmedin mi?"

You can't save me....

Şarkı gayet açık, fazla söze gerek yok, umarım siz de bööle hissetmiyosunuzdur....


I sold my soul
Just so I could feel paid
I broke my heart
So I couldn't feel pain
I lost my faith
'Coz I can't justify the wait
I've got no hope
That's only for losers and fakes

I'm nothing but user
And none abuser
You don't wanna know what's on my mind
I know I'm just a fool
but I'm not foolin',
I'm not afraid of make fool out of my self

Fuck your money
Fuck your fame
Fuck my life
I'll walk away
Fuck our love
Fuck I'm sorry for anything i've ever done

You can’t save me
You better keep yourself to someone else
Fading, I’m just fallin' into my condition
Faded, you better put your time in somethin’ else
Save me, but don’t worry about it now
Better save your-fucking-self

I lost my mind
Just so I could escape
I still got time
But I know, is too late
I still got friends
To tell me I'm ok
I still alive
But I keep on testing fate

I'm nothing but user
And none abuser
You don't wanna know what's on my mind
I'm nothing but a fool
but I'm not foolin'
I'm not afraid of make fool out of my self

Fuck your money
Fuck your fame
Fuck my life
I'll walk away
Fuck our love
Fuck I'm sorry for anything i've ever done

You can't save me
You better keep your self to someone else
Faded
I'm just fallin' into my condition
Failed, you better put you time in something else
Save me, but don't worry about it now, you better save
your-fucking-self

Try just a little, understand what I'm telling you
I'm not what you think
Start it off
Do the right thing
Life got in the way
You don't know what to say
I'm not asking why

You can’t save me
You better give yourself to someone else
Fading, I’m just fallin’ into my condition
Faded, you better put your time in somethin’ else
Save me, but don’t worry about it now
Better save your fuckin’ self


*Kardeşim Mert'e sevgilerle....

10 Aralık 2009 Perşembe

Hiçten gelir hiçe gideriz, pervaneler misali hep ışığa geri döneriz (aka. Carpediem'e başka bir bakış...)

Şimdii efendim nerden çıktı bu yazma şevki? Ben de bilmiyorum ama bu gece ikinci yazı oluyor yahu. Neyse paylaşımın iyisi kötüsü olmaz. (olmaz di mi? : S )

Efendim bildiğiniz gibi ben bir aya kadar falan mühendis ünvanı alacağım ve herhangi bir mühendise hiçbirşey öğretmeseler şunu öğretirler: Para-Zaman ilişkisi yani kazanç hep maksimum olurken zaman kaybı da minimum olacak. Patron ööle der, işçiler tersini isterler, herkes arayı bulan kişiyi insan kaynakları departmanı, psikoloji birimi (artık her neyse), yöneticiler ve yardımıcıları falan sanır ama işin aslı bu diildir ki :] (Bak dünya gene çok komik) Patron, yardımcısına fırça kayar "Para zaman para zaman para da para zaman da zaman" diye, yardımcı bir yöneticiye gider ve biraz yumuşatarak "Para zaman para ve de zaman" der, yönetici İK'ya gider "Para zaman?" der, İK ya işçi çıkartır ya da psikoloji insanları ile ortaklaşa bir proje başlatır (sanki binanın içi pembe olunca işçi evine daha çok ekmek götürecekmiş de daha mutlu olacakmış gibi :] ) (Yani fabrikayı bir fabrikadan ziyade bir garsoniyere çevirirler ki adamcağızlarda içerde alem yapacaklarını sansınlar henüz sahibi olup olmadıklarından bile haberlerinin olmadığı bilinç altlarında) neyse bu işler döner dolaşır mühendise gelir "Ya para diyolar zaman diyolar sen de bişeyler de ama bana değil!" diye. E kime desin adam gidiyo işçinin yanına, sırtını sıvazlıyo "Hadi be Zülküf usta, koparalım şu işi de kurtaralım yaa!" konulu samimi bir konuşma çekmesi gerekiyor. Yani mühendis aslında aradaki tamponmuş :]


Neysecime ben bunların arasında boğulup da 1 ay sonrasına kendimi hazırlamaya çalışırken "ben hayatsal sorunları neden mühendislik yaklaşımıyla çözmüyorum ki?" Zaten (benim için) önemli filozoflar da önceden (kabaca) mühendislermiş. Şimdi mühendislikte verimlilik diye bir kavram atıldı ortaya yakın zamanda. Yani çok iş az maaş, çok kâr az zaman kaybının ağdalı biçimi ve bu düşünceye göre de "bir şeyi yapmadan önce iki ölç bir biç aynı noktaya döneceksen ve aradaki şeyler gereksiz ise onları hiç yapma." E dedim cihan, doğuyosun bilmediin bi yerden geliyosun, ölüyosun bilmediin bi yere gidiyosun. Aradakiler nereye gidiyo peki? Mesela Zimbabve'de sen bu satırları yazarken (ama siz okurken) ölen adamın adı hiçbir yerde geçiyor mu? Yooo. E sal birazcık o zaman, az biraz rahat ol. Düşün düşün nereye kadar? Kefenin de cebi yok. Hayırsız evladın olursa da zaten ona da dağ dayanmaz. Meçhulden geldik gideriz meçhule. Azcık rahat yaa dedim. Kafayı kaybedince daha ötesi yok dedim. Bööle olmaz dedim. An itibariyle vitesi de rölantiye aldım, olayı kısmete bağladım. Çünkü hayat tek kişi çözülemeyecek kadar karmaşık, çok kişiyle tartışılamayacak kadar sıkıcı, birinden yardım alamayacak kadar parçalanmış, birinin seni anlamasını sağlayamayacağın kadar farklı bir denklem. Çözdüm çözdüm daha da dolandım. Lakin ben bu işin içinden çıkamadım...

O zaman dedim ki: "Haydi gel içelim, bu evrende bir tozsun tarih seni unutsun haydi gel içelim, mazi kalbinde bir yaraysa unut artık ne varsa haydi gel içelim..." dedim.

İçtikçe çözüyorum çözdükçe içiyorum, optimum seviyeyi kaybetmeden üst varlığa kıçın kıçın yanaşma çabalarım devam ediyo. Siz de aynısını hissediyorsanız haydi gelin içelim...

Not: O zaman madem arayı yaşamak zorundayız en çok zevki almaya bakalım. An itibari ile de günün mottosunu: "Boş durma en azından boşa çalış, merak etme boşa gitmez sen git hayata karış!" olarak atadım.

Kötü Kahramanlar İyidirler...

Bir şeyi açıklığa kavuşturmam lazım sanırsam. Ben filimlerde, olaylardan etkilenmeyen, dünyanın en alakasız noktasında yaşayan ve belki de NewYork yok olsa "noldu yaa yaprak mı düştü" diyen adamlarla kendimi özdeşleştirmediğim zamanlarda kötü (olarak tanıtılan) karakterleri seviyorum. Yani çoğu kişi der ya "Abi spiderman'in gücü bende olaydı (hergece bi kızı keserdim :p )...". Yok, hayır ben orda doctor octopus olmayı ne bileyim Yeşil Goblin olmayı falan seçerdim. Ya da efendime söyleyeyim herkes Batman olmayı seçer ama ben Joker'i seviyorum. X-Men'de Magneto'yu ya da bilimum dier kötü karakterleri.

Neden mi?

Çok çekici gelmiyolar, pek de yalnızlar, her seferinde de yeniliyorlar.... bu özellikler pek imrenilecek şeyler değiller sanırsam ama bir özellikleri var ki bütün herşeyleri geçersiz kılıyor: Amaçları!


Şimdi mesela Magneto'nun amacı (bilmeyenler için) kısaca insanların mutantlara yaptıkları baskılara ve ayrımcılığa dayanamayıp kendi türünü savunmak istiyor. O kadar canından bezdirmiş ki insan türü bu adamı, adam artık diktatörlük seviyesine ulaşmış. Belki önceden olsa barış içinde yaşarmış ama insanlara iyilik yaptıkça hep maraz doğmuş, sonuç olarak da kendini savunma mekanizması olarak "Madem bende bu kadar güç var ben neden kendimi türümü korumak için insanları öldürmeyeyim ki ya da köle olarak kullanayım daha iyisi"


Ya da mesela Doctor Octopus'a bakın. Adam dâhi yahu var mı ötesi (Goblin de ööle ama o sonra çıldırıyo sapıtıyo vazgeçtim o diilmişim ben), bak örümceğe sadece ööle fitidi fitidi duvarlarda dolaşsın, sözüm ona bilim öğrencisi ama hep tekme tokat dalsın. Tööbe... Burda ezilen adam Doktordur çünkü insanlar onu dışlıyorlar, dehasından korkuyorlar, ödeneğini kesiyorlar adamcağız da napsın ödenek için cinnet getirip para soyacak (yani yoluna çıkmazlarsa bi zahmet!).


Aynı şekilde Joker'e de hayranım. Dünya kokuşmuş bir durumda ve adam sadece herkesi panikletip çılgınlığın sınırlarına sürmek istiyor. Yeterince kaos yaratırsa bütün yalancı düzen yıkılacak ve insanlar gerçeği görecekler ama yüook, olmaaz illâ ki o siyah pelerinli kahramanımız çıkacak ve günü kurtaracak. Kim için? Henüz suçlulukları toplumun gözüne batmamış, kendilerini gizleyen ama her gün az veya çok kötü birşeyler yapan, kokuşmuş, sözüm ona masum ama içlerinde Jokerciğimden daha gaddar, acımasız ve kötü insancıklar için. Bence Bruce Wayne tam bir kapitalist ve o insanlar yaşasınlar ki koskoca bir Wayne Corporation var, ona para sağlasınlar. Toplumun kötü ilan ettiklerini de bir bir haklıyor ki yoluna taş koymasınlar.

Şimdi bu kötülerin ortak özelliklerini gördünüz mü? :] Bu adamların (dikkat edin filmlerde) çok sağlam savları vardır. Fikirleri vardır ve imkansız şeyler değillerdir sadece yollarına taş konulmaması lazım. Mesela Batman, Spiderman ve  X-Men toplanıp "Abi bugün de çalışmayalım kafa tatili yapalım çay içip okey oynayalım" falan deseler o adamlar dünyaya hakim olurlar ve dünya mükkemmel bir yer haline gelir (herkese karşı savunurum!). Sonuç ona tarihi ve yasaları kim yazıyor? Kazanan. Yani aslında kötüler kazansalar onlar iyi olacaklar.

Kaldı ki kötüler her filimde 1 bilemedin 2 tane falanlar ve bu adamların planları o kadar mükemmel güçleri o kadar muazzam ki bütüüüün kahramanlar, külliyatı toplanıyorlar da anca bööle ucu ucuna kazanıyorlar. Bööle kanlar içinde yerlerdeler, artık nerelerinden nefes alıyorlar, ama ööle suratlarında "dünyayı kurtararak" sanki dünyanın en önemli işini yapmışlar ile karışık bir yorgunluk, mutluluk, tatmin, sevinç vs. ifade karışımı var (Chanel Double Perfection Creme Powder yüze ağır bir katman halinde uygulanınca bu tip çıkıyo zaten ortaya bkz. tiki tayfası). Güç bela "kötüyü" yeniyorlar ama noluyo? O kötü geri geliyo. Adam güçlü yahu bırakın o savunsun dünyayı, arada da yönetsin yani kimlere yönettirmedik de onlar da yönetmesin diyoruz.

Neyse lafı uzatmayayım ama çok fantastik ve boş oldu diyenler bir de karakter isimlerini falan okumadan baksınlar olaya ve dünya ile kıyaslasınlar bakayım (saf ve amaçsız kötülükten ayırabilirlerse bunu da yapsınlar tabi. O tu kaka onu sevmiyorum ben.)

7 Aralık 2009 Pazartesi

Vıccık Vıccık Romantizm.....

Sinan Çetin gene yapmış yapacağını. Biraz önce Kanal D'de Hayat Sineması'nı izliyordum, yeni bitti. Programın tanıtımlarında "İnsanlık 4000 yıldır evleniyor ve Türkiye'de yılda 350 çift boşanıyor..." gibi bir saptamadan bahsediliyor. Bunun için de amcamlar çıkmışlar demişler ki: Evlenmeyi kafalarına koymuş çiftleri bulalım, sorunu bi ondan bi bundan dinleyelim, ellerinde çeşitli medyalar varsa (video, fotoğraf vs.) onları da koyalım, ailelerini falan da konuşturalım maksat aralarını bulalım "Barıştık beeeaaa!" diye hüngür hüngür ağlatarak evlerine gönderelim. En azından benim bu bölümden anladığım şey buydu. Ancak artık bu tür, gecelik, bazı insanların durumlarını alıp ööle bir acındıralım ki millet de izlesin reyting yapalım praogramlarından tek bir şey öğrendiysem o da "bir bölümünü izle tamamını izlemiş kadar olursun".

Şimdi bir açıklama yapmalıyım: Fikir çok güzel yani "Evli çiftler ayrılmasınlar, biz de bunun için elimizden geleni yapalım!", film hazırlamışlar hayatları ile ilgili bak bu da güzel.

Amma ve lakin... Nerden başlasam bilemiyorum ki ya... Birincisi yahu Sinan Bey, sizi oraya kim bilir kişi olarak koydu, kendi çektiğiniz hareketli resimler ve sesler öbeğine bakarak bu insanlar hakkında nasıl yüzeysel yorumlar yapabilirsiniz yaa, denize düşen yılan bulsa ona bile sarılır mantığıyla elinizdekileri değerlendireceksiniz diye neden bu insanların hayatları afişe ediliyor (şimdi onlar da gelmeselerdi denilebilir. Buna ne yazık ki lafım yok. Ama o insanlar gerçekten zor bir durumdalar ve eğer ki son çareleri de siz iseniz durum düşündüğümden bile vahimdir demektir.)....

Şimdi söylesen söylenecek nokta çok ama benim asıl takıldığım ve bu yazıyı yazmama vesile olan en mühim şey şudur: Bu geceki çiftin yaklaşık yedi aylık bir kızları var.

Olayı özetleyeyim: Hanım kızımız eşini çok seviyor, ilk görüşte iyi anlaşıyorlar, evlilikleri yedi yılın ardından çok zor gerçekleşiyor, ardından gelen ekonomik yükler de çok ağır, kızımız eşini ekonomik olarak daha fazla sıkmamak için bir süre iç güveysi olarak yaşamayı teklif ediyor ve bir yıl kadar yaşıyorlar, sonrasında bir kızları oluyor, tabi bu sırada hem kadın hem erkek tarafının ailesi ile problemler var ve bunu çözecek kişi olarak kim atanıyor...: Damat Bey!

Şimdi onların izlediğim hayatını buraya taşımış gibi oluyorum ama gerek isim vermediğimden gerekse toplumumuzda artık zorunlu-klişe hale gelmiş bir hikaye olduğundan ve herkesin başına gelebileceğinden onları bireysel olarak rencide etmediğime inanıyorum. Onların üzerinden toplumun hikayesinin bir kısmını anlatırken burda varmak istediğim nokta çocukları olacak.

Şimdi Sinan Bey, çiftimizi öyle bir yolladı ki "Çocuğunuz için birlikte olmalısınız!" sonucu çıkıyordu. (Hadi adetten olmuş bu söylem, o da bir program yapıyo sonuç olarak ve ne kadar yakınsam da toplumun düşüncelerine tercüman olmalı ki reyting yapsın gibi bir düşünce sadece onun değil onun ayarındaki bütün yapımcıların-sunucuların kafasında var.) Ancak Sinan Bey bunla yetinmediler ve herhalde içinde başbakana karşı bir ukde kalmış olacak ki şöyle bir cümle fırladı kamera karşısı sarhoşu beyninin ağzına ilettiği: "Sizden en az 4 çocuk bekliyorum!"... Hmmm.... Başbakan daha insaflıymış diyeceğim hiç aklıma gelmedi ama o en azından bir (1) çocuğu kurtarıyordu. Sinan Bey en az 4 istiyor!

Şimdi çocuk iyidir, güzeldir, hoştur ve olsun, evi neşelendirir, ebeveyni değiştirir (genellikle iyiye doğru) vs vs... Ancak toplumumuzda çok saçma bir mantık yürüyüp gidiyor: "Evlilik kötüye mi gidiyor? Ee, Çocuk yap!". Genellikle bu aklı koca karılar verirler ve her nedendir bilmem okumuş kızlarımız okuyamamış olanlarına nispeten daha bir dört elle sarılırlar bu fikre. Nitekim acilen çocuk siparişi verilir, gebe kalınmadıysa da öyle olduğu müjdelenir ki rahat seksin ardından bebeğin gelmesi için daha rahat bir ortam hazırlansın.

E peki tamam çocuk oldu. Bazı durumlarda gerçekten de adam diyor ki:

"Ya bi dakka dur Abidin! Napıyosun sen? Artık çocuğun var ve bu mükemmel bişey. Sıkı sıkı sarıl ailene. Eeee karına daha sıkı sarıl çünkü sana nur topu gibi bir evlat verdi." (Ne kadar safız yaaa),

diğer bir durumda da:

"Şimdi çocuk yaptık, iyi, güzel, hoş ama içinde bulunduğun sorunları çözdümü Abidin? Hala yaşaman gereken bir hayat var ve o hayat bu hayat değil. Daha 2 gün öncesine kadar kavga ediyodun eşinle. Hamiledir diye üstüne gitmedin ama sen de biliyosun Abidin: Bunun hamileliğiyle alakası çok da yoktu! Huyu buydu ve anlaşamadığınızı farkettiniz. (Bak hala çocuk hangi ara çıktı demiyo bu arada) Zaten ayrılacaktınız. Biraz ertele (ya da bazen de ertelemez) ayrılığı sonra sen yoluna, o yoluna. Sonuçta ikiniz de birer bireysiniz, ayaklarınız üstünde durabilirsiniz. Hem o değil miydi kadın erkek eşitliğini, kadının erkekten altta kalır bir yanı olmadığını sana car car savunan? Demek ki o da istiyo...."


Şimdi bunlar iki Abidin. Bunların sayısı artar, çeşitlendirilir, olaylar değişir, cinsel roller de değişir (doğum için değil yanlış anlamayın, çocuk yapma ve bunun nedeni açısından. Ama işte kadın istemezse zor, pardon çok zor).

Neyse konuyu dağıtmayalım, özetle evliliğin mesihi olarak bir veya daha fazla çocuk yapılır (yapılabilir). Peki ya sonra....

Bu çocuk bir hayat boyu (en azından ebeveynleri ölene kadar) bu yükü sessiz bir şekilde taşır. Bazen "...sırf senin için!..." gibi hiç geçememiş kızgınlık anlarından birinde anne veya babasının ağzından çıkan ve galiba onlara masum görünen, hatta ve hatta ne kadar "erdemli(!?)" olduklarını henüz farkedilememişse farkettirmek için sarf edilmiş sözlerle ayıkır çocuk ve artık anlamlı bir bunalım yaşar. Bazıları da buna hiç ayıkmazlar ama etraflarındaki bir garip gerginlikle yetişirler, nedenini anlamadan büyürler, kaçınılmaz olarak psikolojik sorunları çıkar ve sıklıkla da arkadaşlarına, çevrelerine, okula vs. bağlanır nedenleri.

Şimdi hadi biz bu 350 çifti kurtaralım(!?), yani ayrılmasınlar. Peki en az birer (1) çocuk yapsalar geleceğin 350 insanı, iki (2) yapsalar 700, ya da maazallah başbakanı veya Sinan Beyi dinleseler 1050-1400 insan piyasaya sürülecek. Azımsanamayacak büyüklükteki bir kısmı sorunlu, eksik.

Bütün anlattıklarımın (ve yazıyı uzatıp dağıtmamak için anlatamadıklarımın) nezdinde sorum şudur: Evliliklerin boşanmayla sonlanması artmaz mı yahu? Ya da soruyu değiştirelim evlilik kalır mı?

Ayrılıklar da sevdaya dahil diye alıntı yapmıştım önceki bir yazımda ama boşanmalar evliliğe dahil olmamalı mı acaba? Çıkamadım işin içinden, kafam çok karıştı yaaa :[

Hayat çok komik değil mi? "Çözdükçe dolanıyor" :]


Not: Bu gece Medya Kralında (Kanal D) çocuk istismarını tartışıyorlar. (Ref. T.D.K. istismar:a. (istisma:rı) 1. Birinin iyi niyetini kötüye kullanma 2. Sömürme.) Umarım bu konuya da değinirler. Sabahın 6sında kalkıp spora gidecek olmama rağmen bu tartışmanın cinsel istismardan öteye gitmesini ve klişenin dışına çıkmasını umarak izleyeceğim. (Şimdi ara sööle demeyin erkekleri uzman değillerse yayına almıyolar)


Not 2: Evlilik (beraberlik) dayanılmaz bir hale geldiyse ve çocuk bunun devam etmesinden dolayı doğacak huzursuz ortamdan daha büyük hasar alacaksa sözü yetkilisine bırakıyorum. Lütfen merak ederseniz  bu "bağlantı"yı takip edip "Boşanma ve Çocuk" adlı yazıyı arayın. Yeterince açıklayıcı olacaktır kanaatimce.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Ankara! Herşey (itinayla) ertelenir! Gelin bugün de siz birşey erteleyin!

Yazıma başlamadan önce olası bir yanlış anlaşılmayı engellemek için bir açıklamada bulunmalıyım: Bugün birkaç arkadaş buluşup geçmişi yâd edeceğiz. Bir arkadaşımın arayıp da bu buluşmayı talep eden arkadaşımın rahatsız olduğunu ve başka bir güne ertelememizin mümkün olup olmadığını sorduğunu söylemesiyle iki gündür aklıma takılan erteleme ve Ankara ilişkisini yazıya dökmek için gereken kıvılcımı yakalamış oldum. Neden yanlış anlaşılma olmasın dedim çünkü bu konunun rahatsız olan arkadaşımla (ki acil şifalar diliyorum ona burdan) çok da bir alakası yok. Sadece bir kıvılcım. Ki sonuçta tekrar telefonla arandım ve rahatsız olan arkadaşım meğersem bütün rahatsızlığına karşın gene de buluşmanın gerçekleşmesini istemiş. Takdir ettim.

Neyse umarım yanlış anlaşılmayacak kadar açıklayabilmişimdir yukarıdaki paragrafta. Şimdi asıl konuya gelelim. Başlıktan da anlaşılabileceği gibi: Ankara'da herşey ertelenir!

Şimdi bu yazıyı okuyup da bileni var bilmeyeni var. Ankara hakkında hayalleri olanlar var, işin benim bahsettiğim gibi olmadığını sananları var, hatta "Sadece Ankara'ya mahsus değil bu!" diyenleri de var. Ben kendi akvaryumumu tanıtayım dilerseniz siz de sizinkileri anlatın bana uzun uzun.


Ankara çoğunlukla gri, soğuk, yalnız bir anadolu kenti. (Başkent demek isterdim ama koskoca bir İstanbul ve İzmir dururken nedense buna dilim (elim) var(a)madı.) İnsanları ciddi, katı, asabi, (çıkarları yoksa) selamsız sabahsızlardır. Bürokrasi hayatın her alanına işlemiştir. Okul üniformanız üstünüzde olsa da bir şöför rahatlıkla "Öğrenci misin?" diye sorabilir. Aradaki ücret farkı onun altın sarayının kapılarını açacak anahtarmış gibi. Özgürlüğün bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter ya işte o hesap Ankaradaki insanların özgürlükleri de biraz geniştir sizinkilere kıyasla, gerektiğinde (ve mütemadiyen gerekir) buluttan nem kaparlar. Ama işte o kadar da içler acısı değil yahu. Özgürsünüz, alanınız ne kadar dar olsa da. Özgürsünüz, çok kasarsanız gece 11'e kadar (malum son otobüs). Ertesi sabah kalkıp işe gidecek tonlarca insanın olduğu bir kentte, bu insanlar akşam beşte işten çıkıyorlarsa sonraki altı saat bile fazla deyip kendimizi avutabiliriz de.

İşte yukarıda kısaca betimlemeye çalıştığım bu kentte sürekli planlar yapılır. Meclis planlar yapar, bakanlıklar planlar yapar, tunalı, bahçelievler, etlik, sincan planlar yapar, arkadaşlar, sevgililer, tanıdıklar-tanımadıklar her daim planlar yaparlar. Bu planlar yakın zamanlı olur, uzak zamanlı olur, çok katılımcılı veya az katılımcılı olur, iyi planlar olur, kötüleri de olur..... Bakın ne çok plan olurmuş ankarada. Ama işte bu planlar ertelenir. Meclisi de erteleeer (tatil yapalım çok yorulduk derler), sevgilileri de ertelerler (geleceğimizi de düşünmemiz lazım derler belki de).

İnsan umutsuz yaşayamazmış ya Ankaralı da umut olsun diye plan yapar ve sonra bu planlar bir nedenden ötürü sıklıkla ertelenir. Ertelenmesini istemiyorsanız planladığınız şeyden maksimum bir (1) saat öncesinde herkesi haberdar etmelisiniz ki başka hiçbir işlerini ayarlayacak vakit kalmamışken kendilerini sudan çıkmış balıklar gibi etkinliğin ortasında bulsunlar :]


Şimdi sadece Ankara'dan ve burda yapılan planların ertelenmesinden bahsetmiş gibiyim ama burdan bir yere varmaya çalışıyorum. Ankara'da sadece gündelik planlar (buluşup içelim, tiyatroya-sinemaya gidelim vs) ertelenmez. Bunlar ertelenerek aslında geleceğe yatırım yapıldığına da inanılır (örn: bugün sinemaya gitmeyeyim de oturup şu sınava çalışayım, onu atlatınca iyi bir mezuniyet, sonrasında güzel bir iş-bir eş, bunlardan sonra zaten giderim sinemaya - yaklaşık 10 yıl geçti bu esnada) ki dozunda tutulduğu takdirde erişkin ve aklı başında birinin de bazı şeylerden fedakarlık etmesi de gerekir ve fakat Ankara'da (ne yazık ki) bu erteleme faslı planlamanın öğelerinden birisi gibi olmuştur. Yani bütün planlar yapılır, haberler verilir, mekanlar ayarlanır ve bütün bunlardan sonra telefonu-interneti dinlemeye başlayabilirsiniz çünkü son yapılması gereken şey bunların tamamını ertelemektir. (En azından ertelenmeyenleri bende bir şok yaratıyor artık :] )

Velhasılıkerem Ankara'da hayatlar ertelenir. Öğrencisi, işçisi, memuru, patronu... hayatlarını ertelerler gelecek "güzel" günlerin selameti için. Bu bir çarktır ve içinden kurtulamazsınız. Siz kurtulsanız öteki kurtulamaz sonra bir gece kendinizi etrafınızda tanımadığınız ve sosyalleşmekten ürken insanların yanında içki içerken bulursunuz. Çarktan kurtulmak için ne kadar debelenirseniz, biraz önce bahsettiğim gecelerin sayısı da artar.

Ankaralı zekidir ki bunu alt etmenin bir yolunu, bilerek veya bilmeyerek, keşfetmiştir: Spontane yaşamak! Yani ayağıma top gelirse, ataktaysam, kaleciyle aramda bir engel kalmadıysa (hatta kaleci kalmadıysa), ben de vururum topa hafifçe, o da gider gol olur (olmasa bile ben vurduktan sonra tribünlere doğru selam vermeye koşarım, bu yeter).

Velhasıl "Ankara! Herşey (itina ile) ertelenir!.... Hayat bile...."

Hala ankaraya gelmek isteyen? :]




Not: Rahatsız olan arkadaşıma bir kez daha acil şifa diliyorum (bu akşam da dilerim) ve bir kez daha bu yazıyı üzerine alınmamasını rica ederim. (tabi okuyorsa :])

2 Aralık 2009 Çarşamba

Farklı değiliz ve geçmiş üzerine

Aklıma çok garip bişey geldi paylaşmak istedim. Marie Curie, radyoaktif bir elemen olan radyum üzerinde o kadar çok çalışmış ki sonunda şimdiler kanser tedavisinde kullanılan radyoterapinin bulunmasına öncülük edecek şey yüzünden ne yazık ki ölmüş. Hayat ne kadar da komik? Bazıları trajik de diyebilirler ancak hayat ın, önceki bir yazımda da bahsettiğim gibi döngüsel olduğuna inandığımdan, ölen de yok benim için kalan da ama işte form değişir, o ayrı konu.

Neden bundan bahsettim şimdi. Bir kaç gündür aklımda sürekli bir bulur olarak dolaşıyor: "Cihan! Giderek eleştirdiğin kişilere benziyorsun! Ya eleştirme ya gözlemlemeyi bırak!" Garip bir şekilde de olsa eleştirmeyi bıraktım. En nihayetinde herşeyin bir nedeni var ve biz insanlar (ne yazık ki!) büyük resmin tamamını bir anda göremiyoruz. Görmek istediğimiz resimler olursa da o kişilerle tanışıp münasebetimizi ilerletiyoruz ki hala bazı yerler anlaşılamaz bir biçimde flu kalıyor. Eh, madem önünü sonunu bilemiyorsun işin kolayına kaçma be cihan! Ona emo, buna metalci, öbürküsüne sosyalist, diğerine zavallı diyerek; insanları belirli kalıplara oturtup bunlara göre güvenli bir ilişki portföyü oluşturma kendince. (Giderek hippi oluyorum bee biri beni kurtarsın. bkz."yargılanmak istemiyorsan yargılama"). Neyse sonuçta insanları yargılamaktan vazgeçip "acaba neden böyle olmuş? Yarın benim olmayacağımı kim garanti edebilir ki?" gibi şeyler mırıldanmaya başladım sessizce.

Gene dağıldım özür dilerim ama işte benden haber alıyorsunuz diye bakalım olaya :)

Dün gece ve bu gece okuduğum yazılar (ki sevdiğim ve düşüncelerine değer verdiğim, yakınım, iki insana aittirler) bana farkettirdiler ki "giderek ""onlara(!)"" benziyoruz". Demek ki sadece ben böyle düşünmüyor muşum deyip rahatladım. Dedim ya hayat çok komik! Gerçekten! Bugün burda bir grup insanı eleştiriyorum, keşke şöyle olsa diyorum sanki tanrı da blogumu takip ediyormuşçasına ertesi gün çat diye benzer bir olay çıkıyor karşıma. Psikologlar buna algıda seçicilik mi diyorlardı ne? Biz kendi aramızda algıda sıçıcılık diyoruz çünkü o an herşeyi (önceki yazdıklarınızı, düşünüp yazmadıklarınızı, geçmişi, geleceği, onu, bunu, kendini, bülent ortaçgil şarkışlarını...) düşünmeyi başlatan bir çark harekete geçiyor sanki.... Uzun süre susuyorum, düşünüyorum, tartıyorum, nedenlerini, sonuçlarını, nasıllarını... Sonunda şükür, bir sonuca varıyorum. Bazen büyük bir lanet olabileceği gibi bazı bazı da büyük bir nimetmiş düşünmek. Hiç yoktan bireysel olarak bir fark yaratıyor düşünen insan. Ama sancılı bir süreç, ama insanı delilik sınırlarına, isyan koylarına sürüklese de... Düşün kardeşim düşün! Çok düşün, az düşün ama düşün. Şu karmaşık dünyada, belki de ölüm döşeğinde, istersen "Tamamdır! Hayatın sırrı 42!" diye çık (bkz. bağlantı) ama bir basamak ol ardındaki, bir basamak ol ardındakiyle önündeki arasında. Belki (büyük ihtimalle) çok kişi anlamayacak seni, bazıları çiğ (!?) bulacaklar düşüncelerini belki (sanki herşeyi bilirlermişçesine...) ama bugün düşünmezsen yarın fikirlerin olmayacak, haliyle bunların değeri ve önem verekn kişiler de.

Bugün bir dostumun benim merak ettiğim bir soruya (ki umutsuzluğa kapılmıştım, itiraf ediyorum :] ) verdiği bir cevabın bir kısmını paylaşmak istiyorum, çünkü bana umut verdi belki size de verir. İznine ve samimiyetine güvenerek, işte:

"....
farkındalık...
evet tam olarak bu noktadan başlamak istiyorum. biliyoruz, bilmenin ötesinde anlamaya, çözmeye çalışıyoruz, ama eylemsizce. sıkıntı bu noktada. eylem dediğinde her şeyin anarşi ya da bir şekilde ideolojik olarak algılandığı bir toplumdayız. ama en azından farkındayız deyip yatmayacağız ki,birikip biraz kalabalıklaşacağız belki..."

Kulakları çınlasın, haklılık payı var. Kar tanesi dağdan inerken başka yerleri görmek isteyen kar taneciklerini de yanına alır, alır alır da sonra biz ona çığ deriz ya, bu da onun gibi. Sen orda düşün, ben burda düşüneyim, istersen birbirimizi hiç tanımayalım canım kardeşim ama bir noktada buluşacağız. Bir eylem olacak ve sanki dün haberleşmişçesine biz de bu eylemin otomatikman bir parçası olacağız... O zamana kadar düşün, yaşa ve izle...


Son olarak da o dostum kendini bilecek: Unutmazlar canım benim! Ben hiç unutmadım birinciden sonuncuya kadar, sen de hep hatırladın. Belki iki kişi genelleme için çok az diyebilirsin fakat sen de ben de kendimizden birşeyler bulduklarımızda durduk, özü kaybedince gittik, gittiler ama demek ki benzeşiyormuşuz ki en az bir sayfada da onların adı olmuş bu hayatta demek ki onlar da hala hatırlarlar. Bazılarının sert kabukları olur dışa vurmazlar, bazıları hayata o kadar kapılmışlardır ki hatırlamaya zamanları kalmaz ama iddia ediyorum yeteri kadar şarapla geçmişlerindeki herşey (mutluluk, pişmanlık, öfke, nefret) bir anda gelip düşüncelerini istila ediyordur. İlişkiler asla bitmez, bir yerde başlamıştır, görmezsin, konuşmazsın ama.... neyse spoiler vermeyeyim ama hayat çok komik inan bana. (Bana da iyi geldi bu son paragraf laf aramızda, sen sahiplenmezsen ben kendime yazdım derim rahat rahat :] )

Yarın hayatın komikliklerini farkedip acıya gülme olgunluğunu göstermeniz dileğimle. Şimdiki en iyi dileğim bu olabilir herhalde.

27 Kasım 2009 Cuma

"Cihan güneş gözlüklerini neden çıkartmıyor?"....

Geçen gün evden çıkarken hava gayet güzeldi. Güneşli, bulutsuz ama ne çok sıcak ne çok souk. Benim için mükemmel hava işte o! Hani Orhan Veliyi o "güzel havalar" mahvetmiş de öyle "güzel havalarda" vazgeçmiş "evkaftaki memuriyeti"nden, benimki de o hesap, beni de bu havalar mahvedebilir. Çok şükür, çok şükür ki Ankara'da çok olmuyo o havalardan (ya da olaydı daha mı mutlu olurdum.. kim bilir?) Neyse konuya döneyim alt paragrafta.

Hava güneşli diye güneş gözlüklerimi taktım. Aldıım en "salakça" tepki "Abi hava soğuk neden güneş gözlüğü takıyorsun?" oldu.... Yorumu size bırakıyorum... Herneyse, okula geldim. Derse gircem ama o gözlükler bir türlü çıkmıyorlar gözümden. Yeltendim birkaç kez... Nafile sanki yapıştırmışsın... Sonra o gözlüklerle rahat olduğumu farkettim... Sonra aklıma geldi      (aklıma böyle şeyler sık sık gelir yani "ya şöyle olsa?" diye düşünür sonra onu bi güzel hayalimde yaşar gerçek dünyaya dönünce de çok büyük olasılıkla karşılaşmam bu hayali durumla ama işte ben yaşadığımla kalırım. Tevekkeli herhalde bu yüzden yaşadığım çoğu şeyi hatırlamayıp da yaşamadığım şeyleri yaşamışım sanarım...)    ya şimdi hoca derse gelse de gayet normal olarak "Olm çıkar gözlükleri!" dese... Ben ona içinde bulunduğum durumu öyle bir anlatmalıyım ki ondan sonra çıkartsa da gam yememeliyim... Aksi takdirde "Herifçi oğlu cool davranıyo A.Q." gibi yanlış, basit, düşüncesiz ve çiğ yorumlardan başka bir fikir uyandıramayacağım insanların kafasında. Kimin dediğini, genelde olduğu gibi, ne yazık ki hatırlayamıyorum ancak "Ben anlaşılamamktan değil yanlış anlaşılmaktan korkuyorum!" sözü tam da o andaki içinde bulunduğum durumu özetliyordu sanki. Herneyse, hoca ile aramızda geçen diyalog şöyleydi:

Hoca - "Lütfen gözlüklerinizi ders esnasında çıkartır mısınız?"

Cihan - "Hocam izninizle iki çift kelâmım var! Söyleyebilir miyim?"

H. - "Kelâm mı? Ne kadar eski bir kelime. Ne kadar yaşlanmışsınız, ben bile kullanmıyorum o kelimeyi artık ama tabi söyleyin lütfen."

C. -"Hocam! Derler ki "gözler ruhun pencereleridir". İşte bu pencerelerden bakıp o ruhu görecek ve belki de anlayacak birileri olmadığı için kapalı kalsalar olur mu... cereyan yapıyor!"

H. - "Peki sence bana ve arkadaşlarına saygızılık değil midir gözlerini göstermemek?"

C. - "Afedersiniz hocam ancak bu bir saygısızlık değildir! Bilakis size olan saygımdan da bunları takıyorum. Çünkü sizin yerinizde olsam ders verdiğim "gençlerin" çakmak çakmak bakmalarını isterim ve bu bana bir sonraki adımım için enerji kaynağı olur. Lâkin açığa çıkarsam gözlerimdeki umutsuzluğun oluşturacağı deniz o kadar engindir ki yaşam enerjinizin bunun içinde boğulacağından korkarım."

H. - "Seni böyle kötü bir ruh haline sürükleyen olaylar nedir Cihan? Kız arkadaşın mı terketti, iş bulamayacağım diye mi korkuyorsun? ya da başka bir şey?"

C. - "Çok kolay hocam, değil mi? Sadece fiziksel bedenime bakarak yaşımı tahmin ettiniz ve bu yaş grubundaki gençlerin sıkıntılarını aklınızda sınıflandırarak size göre "bizim" en çok dert edebileceğimiz şeylerden şüphe duydunuz. Ancak kazın ayağı her zaman böyle olmuyor hocam! Gözlüklerimi çıkartırım, eğer ki gözlerimin içine bakıp, dürüstçe ve gerçekleri konuşarak, "Herşey er ya da geç iyi oluyor evladım! Sevdiğin bir kız bulacaksın, güzel bir işin olacak ve bununla hem ekonomik hem duygusal anlamda tatmin olacaksın gibi Orson Welles - I know what it is to be young but you don't know what it is to be old cümleleri kuracaksanız. Daha da iyisi, içten ve inanarak, dünyada iyi şeyler de var ve hep olacak. Ne savaşlar, ne (gereksiz yere) açlık, ne statü mücadeleleri, ne de paraya olan kölelik bunu değiştiremeyecek. Bir sabah kalkacaksın ve artık çocuklar katledilmiyor olacaklar. Cehalet düşman olmaktan çıkmış, insanlar birbirlerini sevip yargılamamanın hayatın özü olduğunu kavramış olacaklar" diyebilseniz Hocam! "İnanç..." diyebilseniz mesela "İnançtır ruhunun ekmeği, mücadeledir suyu" deseniz "eğer bunlara haizsen korkma gün er geç doğacaktır. İnsanlar bir gün bakacaklar ve menekşelerin mor, çimenlerin yeşil, gökyüzünün sonsuz ve paranın sadece bir kağıt parçası olup onları kendi rızalarıyla esir ettiğini anlayacaklar. Bir gün... yakında değil ama bir gün olacak ve sen o güne kadar burada kalmalısın, bizimle kalmalısın, çünkü seninle bir kişi daha fazlayız ve dünya halkı da birlerden oluşur..." diyebilseniz... İşte o anda bunlara inanırım... Kesinlikle gerçek olacaklarından değil ama yarın uyanmak için bir nedenim olacağından mutlu olduğumdan! Gözlerimden kaygı değil de inanç akacağından inanırdım sayın hocam!"

H. - "Bunların çoğu gerçekleşmeyecek ancak sen burda bu dersi anlarsan ve birey olarak işini iyi yaptığında bütünün daha da iyiye gideceğinin büyük resmini kavrayabilirsen, sanırım o gözlükleri çıkartıp dersi daha iyi kavraman daha önemli."

C. -"Hocam! Biz değil miyiz ki insanların çoğunun kullanamayacağı ve büyük bir kısmının da ihtiyacı olmayan nesnelerin üretilmesine katkıda bulunuyoruz. O halde aslında insanlarda gereksiz yere arzular yaratacak, sahip olmaları için sadece paralarını değil huzur ve mutluluklarını da vermeleri gereken ve nihayetinde sahip oldukları şeyler aslında bunca bedele rağmen kendilerine sahip olacak fani nesneler üretiyoruz sonuçta. Bugün elimizdeki herşeyi bıraksak toprak karnımızı doyurmaz mı? Uzaya gidince Marstan tek öğrenebileceğimiz şey ne yazık ki "eğer insan yoksa, savaşlar, katliamlar ve gözyaşları olmazdı" düşüncesi olmayacak mı? Barış mı ithal edeceğiz uzaydan? Uçağa her bindiğinizde, gemiler her yük taşıdıklarında, telefonlar insanları yakınlaştırmaları gerekirken uzaklaştırdığında, internet herşeyi hızlı tüketmemiz için gün ve gün daha iyi bir platform olduğunda veya inşa ettiğimiz evler aslında kısa hayatlarımızın mezarlarına dönüştüklerinde... işimi iyi yapmam... huzur ve mutluluğu dünya üzerinden silmeye bir katkı olacaktır ve ben sizin nesliniz gibi çocuklarımın gözlerine bakıp da "biz dünyayı sizin için daha yaşanılabilir bir yer yapmaya çabaladık, artık sıra sizde" dediğimde bu sözlerimi destekleyecek bir realite bulunmayacak dünyada gerçekte... Hocam! Bugüne kadar sınıfta her soru sormak istediğimde "Onu daha önceden biliyor olmanız gerekir!" cevabını aldım. Ne kadar gariptir ki bunu ilkokul 1. sınıftan beri aldığımdan aslında çok temel bilgilerden çok çok yoksunum ve o sorular hep dönüp dolaşıp bana geldi. Ne cevap mı verdim? Tabii ki sizden öğrendiğim cevabı:"Onları daha önceden biliyor olman gerekir!". Cehaletimi gizledim, kişilere karşı ve fakat kendi içimdeki cehaletin karanlığını bir türlü aydınlatamadım ve karanlıklardan korkar oldum... İşte şimdi utanmadan, korkmadan, küçük düşme kaygım olmadan veya tersleme ihtimalinizi önemsemeden bunları soruyorum şimdi size ve önceki cevabınızı ya da "Yaşayıp öğreneceksin..." gibi savuşturmaları bu seferlik kabul etmiyorum... Bugün hayatınızın belki de en önemli dersi olabilir, gelecekten gerçekçi bir biçimde bahsedebilirseniz; en öğretici dersi olabilir birbirimizi sevmeyi öğretirseniz ve yıllarca kullanabileceğimiz bilgileri içerebilir eğer yardımlaşmanın gereksinimi bize nakış nakış işleyebilirseniz... Ama diğer söyleyecekleriniz.... bunlardan gayrısı... sizin için geçmişin tekerrürü bizim için "gerçek hayatta ne işimize yarayacak yaa"lardan başka birşey olmayacaktır..."

Büyük ihtimalle şöyle bitecekti...)

H. - "Tamam çok zamanımız kalmadı lütfen derse geçelim siz de lütfen gözlüklerinizi çıkarın (veya ne istiyorsanız onu yapın)"


Ama işte.... hoca nedenini sormadı gözlüklerimin içine baka baka ders anlatmasına rağmen... İnsanlar gözlerimde bir rahatsızlık olup olmadığını merak ettiler... Kimileri "tarz" yaptığıma çok ikna olmuşlardı ki "acaba kaç karı kız kaldırırım bu şekille" gibi basit ama mutlu, belki de traji-komik düşüncelerini paylaştılar birbirleriyle.... Sonuç olarak aklımda mı, ruhumda mı yoksa kalbimde mi bir sorun olabileceğini düşünmek kimsenin işine gelmedi... Paylaşamadığım için hem ben kaybettim ve belki de onlar da kaybettiler.... Ya da değiştiremeyecekleri fikrinin kendilerine aşılandığı bir dünyada yararsız düşüncelere vakit ayırmaktan sıyrılıp geleceğin "İYİ İNSANLARI" olma yolunda bir adım daha attılar.... Kim bilir...

Ders bitti... evime geldim... dünya hala yalnızdı... can çekişiyordu... medya insanları gütmek istedikleri yöne doğru haberler yapıp uykumuza ninniler yaratıyordu.... Hala bişey değişmedi.... Türkiye doğudaysa, "doğu cephesinde yeni bir şey yok"....

Aklınıza mukayyet olun veya iplerini salın, belki biraz huzur bulursunuz... Bulursanız, sizde pişer ya, bana da düşsün olmaz mı?

Kendinize dikkat edin, huzuru nerde buluyorsanı (ya da bulabiliyorsanız) oraya gidecek cesarete ve güce her daim sahip olun, derinlerde bir yerlerde de olsa....

İyi geceler....

Son olarak aşağıdaki video hislerime tercüman olsun....


25 Kasım 2009 Çarşamba

İstanbul'a git(e)miyorum...

Başlık kâfi...

24 Kasım 2009 Salı

Youtube'a giremeyen arkadaşlara başbakan garantili taktik

Farkettim ki youtube'dan video paylaşıyormuşum (corci - Haddi canım!) "Ee" dedim kendi kendime "bu ülkede son bıraktığında youtube yasaklıydı amma başbakanın çıkıp sanki kendi emrindekiler yapmamış gibi "Ben giriyorum, siz de girin" diye açıklamada bulunmuştu. O zaman madem video paylaşıyorsun, bare izlenebilir olsunlar, girenler onları da izlesinler yoksa ne anlamı var ki koymanın"

İşte bu yüzden alın size bağlantı. Burda belirtilen adımları takip ederseniz bir sorun kalmayacaktır. Eee bunun şerefine de şunu paylaşalım bakalım: Abidin Dino - Mutluluğun Resmi...

Ignorance is a bliss... (a.k.a. İçten sarılmanın önemi...)



---------------------------------------------------------------------------------------------------------------



Böyle biri değildim ben yaa... Hayatınıza biri giriyor... Çıkıp giderken siz hayal bile etmediğiniz, belki de "asla!" dediğiniz şeyleri yaparken buluyorsunuz kendinizi... Ben böyle biri değildim... Sarılmaktan bahsediyorum şimdilik. Mesafeli biriydim. İlişkilerde (gerek sevgililer gerekse dostlarla olanlarda) mesafeliydim. "Cehalet mutluluktur!" diye bir söz var ya işte bazen bu söz o kadar doğru çıkıyor ki... Keşke hiç sarılınmasaymışım diyorum... Sigara gibi bişey heralde. Bağımlılık yapıyor... Sanki bir süre üçüncü bir ayak kullanmışsınız da alıştığınız anda kaybetmişsiniz gibi.

Sıradan, soğuk bir sarılmadan bahsetmediğim herhalde farkedilmiştir. Sonuçta neden sarılma bir insanı bu kadar etkilemiş olsun ki? Hayır, benim bahsettiğim içten sarılma. Zor bulabileceğiniz, sanki bir kış günü yüz kesen bir soğuktan içeri dalıp da taze sıcak çikolata içmişsiniz gibi, en güvenli yer olan ana rahminden henüz çıkmamışsınız gibi, kimsenin size zarar veremeyeceği güvenli bir bölgeye adım atmışsınız gibi hissettiren, sanki biraz daha zorlansa o kişiyle aynı bedeni paylaşacakmışsınız gibi hissettiren sarılma, kış günü üzerinizdeki battaniye gibi hissettiren... Sanırım şu anda en çok bunu özlüyorum... Belki alışmam lazım... Kim bilir...



Bir kız tanımıştım... Çok saf, temiz, dokunulmamış... (cehalet mutluluktur heralde artık onun için de) "O alıştırdı beni hakim bey!" diyerek suçu ona atardım eğer ki bu yasal olmayan bir bağımlılık olsaydı... Ama ben şu anda daha çok "Evet bağımlı olduğumu kabul ediyorum ama sorun yok, böyle iyi..." diyen karakterim.

Soldaki resimdeki maddeler doğrudur ancak "down boy, down" her zaman olmaz. Orjinalliğini bozmamak için silmedim ama neden koyduğum anlaşılmıştır herhalde.

Aklımdan çık(a)mayan tek bir söz var bugünlerde. Beynime saplandı kaldı sanırım: "Geldiik gidiyoruz..."


Herşey bir anda anlamını yitiriyor bunu her hatırladığımda. Kötü anlamda değil, "lanet olsun boşver" değil, sadece "önemi yok cihan, sultan süleymana bile kalmadı bu dünya o yüzden boşuna kaygılanma, şurda gördüğün bütün mutlu, üzgün, sinirli, yalnız, yalnız olmadığını sanan yalnız, zeki, aptal, güzel, çirkin... bütün insanlar için kesin olan tek şey var bu dünyada: Onlara da kalmayacak bu dünya... O yüzden moralinin ne durumda olduğu bundan (büyük bir sayı verelim) 100 yıl sonra hiç bir anlam ifade etmeyecek... Takma kafana yarın yeni bir gün, takma..." anlamında bir nasihat gibi çınlıyor zihnimde ama işte gene de önemsiz de olsa, şu dakka göçsek de buralardan, gene de insan bir kucak istiyormuş.

Neyse ister zayıf ister güçlü diyin, içimden geçenleri paylaştım sizlerle bir de "sezarı öldür hakkını yeme" sözünün uygulanması lazımdı. Brütüs olarak da bunu yapıyorum. :)

Çok uzatmayacağım. Fırsat buldukça sarılın. Kendinizi mutlu hissedeceksiniz...


Ve en son olarak da sarılma reklamı:


















Mutlu günler diliyorum hepiniz için...

Not: "Hug for free!" T-shirti yaptırmak, hazır yapılmışı varsa da en az bir tane edinmek istiyorum. İlgilenenler bana "ben de istiyorum desinler"

Dikkat Anarşist Düşebilir - İTÜ Taşkışla Sahnesi Oyuncuları

Uzuun uzuun birşeyler yazmayı düşünüyordum ama tek kelimenin yeterli olduğu nadir durumlardan biriyle karşı karşıyayım o yüzden sadece şunu söylemeliyim:

Etkileyiciydi!

(çünkü gerçekten etkilendim! Bi de uzun bir yazı yazsam kesin şunun gibi olurdu, bir tane daha eklemeye gerek görmedim sanırım.)

Anla(ş)mak...İletişmek üzerine...

Selamlar!

Bir kaç gündür bişeyler yazamadım buraya. Sonunda (hayat ileri geri hakkında bilip bilmeden atıp tuttuğum herşeyi kozmik bir şaka gibi başıma birer birer getirdiği için) "Yazmayınca olmuyor! İçimde birikenleri kağıda dökülmeliler, yoksa olmuyor!" diyen arkadaşların halini anladım. Herbirine sonsuz özürlerimi bir borç bilirim. Bundan kelli de ööle düşünmeceler yok artık bende (yani umarım kendimi kaptırıp konuşmam.... konuşmam da şimdi de bunu sööleyince karşıma konuşmam gereken durumlar çıkacak sonra konuşcam sonra da konuştum diye onlar başıma gelecek.... pff kısır döngü! Özet olarak büyük lokma ye büyük laf etme!).

Şimdi 1-2 gün önce kendime hatırlatma olarak buraya attığım yazıcığa baktım ancak şöyle bir durum zuhur etti (zuhur ne be?) : Ben o hatırlatmaları özellikle kısa tuttum ki çok da bir fikir belirtmesin ancak ve lâkin (peki lâkin ne olm?) ben onlardan hiçbir şey hatırlamıyorum (!? hatta :s ) artık hatırladıkça yazıcam n'apiyim...

Perşembe akşamı terk-i diyar eyliyorum Ankara'dan İstanbul istikametine, artık nereye varırsak... kısmet ama işte gidiyorum. Peki neden gidiyorum ki? Ankara mı battı deli mi dürttü? Aslında hiçbiri demek isterdim ama bunların ikisi de oldu fekat (nalân :p ) bundan daha da önemlisi orası kendim gibi olabildiğim nadir yerlerden biri (corci - abi anlam bozukluğu oldu yaa çünkü orası ööle olduğun tek yer sanki bir yerde bir yer gibi oldu.). Yani ne demek ki bu şimdi? Normalde iki yüzlümüyüm? Çok ağır oldu ama belki de farketmeden öyleyim ya da öyle olmak zorundayım. Neden mi? Çünkü burası Ankara, burada katı suratlı insanlar güneşli günde üzerinize yağmur yağdırmak istiyorlarmışçasına sinirli bakarlar. Belki ürkekliklerini gizlerler böyle yapınca, belki böyle yapmak gerekiyodur, bilemem ama burda susarsanız ya "elleşmeyin delidir" diyip çekip giderler veya "illâ ki bizimlen konuşcan, eğlencen!" diye anlamsız bir baskı oluşur üzerinizde. Onlar da büyük ihtimalle sizi mutlu görmek isterler de bu yüzden kurarlar zaten o baskıyı ama genellikle nedeni "yaaa zaten bunalmışım bi de senin suratını çekemiycem, eğlendir beni yaaa" gibi geliyor bana. (Nedense?) Ama işte İstanbul öölemi? Ordayken bir rahatlık, bir huzur oluyor içimde. Belki zaten burda az kalıcam diyedir belki de yabancılık psikolojisidir. Nedeni ne olursa olsun benim için işe yarıyorsa çok da kurcalamıycam ama işte bir neden var ki o önemli: İstanbul'da bir sürü dostumun olmasının yanı sıra içlerine bir tanesi var ki herkesin ayrı ayrı olan yerlerinin arasında onunkisi ayrı! ML var İstanbul'da yaa! Diğer bütün dostlarım da zaten ML sayesinde tanıştığım ve hayatımda "iyi ki olmuş! Ne de güzel olmuş! Keşke hep olsa!" dediğim nadir [kişi, olay, ilişki vs.]lerdir (corci - uygun kelimeyi seçemedin di mi? Yaa işte kalakalırsın ööle!). (Bu vesile ile de ML'e minnetimi dillendirmiş oldum, iyi ki de oldu.)

Şimdi neden bunu bu kadar rahat yazabiliyorum yukarıya? Çünkü onlar nam-ı diğer "İstanbul Tayfası" (süper bir kuruluş ismi gibi) bu yüzden birbirimizi anladığımıza inanıyorum ve hepsi de ML ile olan bağımızı bilip kabul ederler, yadırgamazlar ve kendilerini de çok sevdiğimi bilirler. (Artık gösteremediysem de bu benim eşekliğim olmuş olur, kulağımı çekiniz.) Bu yüzden de tek tek şu da şöyle iyi, bu da böyle güzel bir insan, öteki 10 numara dememe gerek yok (mu?) (corci - e abicim onlara da sevgini göstermen lazım. cihan - sen onu doğru dedin corci yaa ama bi dur konuyu dağıtma)

Özetle İstanbul Tayfası ile bıdır bıdır konuşmak zorunda hissetmezsiniz kendinizi, cümleler aklınızdan ve ağzınızdan kendileri fırlamak isterler fakat söz döner dolaşır da yumuşak noktanıza ulaşırsa susarsınız. Kimse neden sustu demez ki orda. Anlarlar, anlaşırsınız. Sözcükler olmadan, hatta bazen mimik ve jestlere de gerek kalmaz. Anlamasalar da bu önemli değildir. Çünkü bir dostun yapması gerektiği gibi sakince oturup beklerler. Gerektiğinde uzanıp ellerini tutabileceğiniz bir mesafede.

Büyük bir ihtimalle bir şehirdeki "dışardan gelen" olmakla ilgili birazcık da bu ama olsun. (Hmmm İstanbul Tayfası da acaba "burda hiçbir halt YOK!" diye ısrarla vurgulamamıza rağmen bu yüzden mi hala "Ankara'ya gelelim yaa" diyorlar. Bunu diyenler de genellikle Ankara'da uzun süre yaşamamış olanlar. Neyse bunu onlara sorayım, sonuçta nedenler değişkenlerdir.)

Geleceğim nokta ise şudur: Bir gün gelecek... yakın değil... kolay değil... belki birazcık ütopik ama bir gün gelecek. Öyle bir gün ki bu o günden sonra artık sözcüklere gerek kalmayacak. Sadece dost meclislerinde değil, bütün insanların ortasındayken de. (Sözcüklere gerek yok derken basit cümleleri bunların dışında tutalım, örn: karnım acıktı!) İnsanların yüzünde hafif bir tebessüm içlerindeki huzuru dışarıya yansıtacak. Düşünsenize dünya nihayet yaşanılır bir yer olacak çünkü insanlar yapmakla tek mükellef oldukları ve en iyi yapmaları gereken işin yaşamak olduğunu ama günü kurtarırcasına değil, huzur ile dolu, mutlulukla dolu bir yaşamı yaşamak olduğunu farkedecekler. Bunca zaman gözlerinin önünde duruyor olacak cevap ancak o âna kadar hiç cevap için gereken soruyu sormadıklarını farkedecekler. Dünya daha güzel bir yer olacak hatta en güzel bi yer olacak. O gün gelecek ve o günün geldiğini kavaktaki balığı otuz şubat günü gördüğünüzde anlayacaksınız! O zamana kadar bunu önceden öğrenmiş sayılı kişilerden birkaçı oldunuz...Keyfini çıkarın :)

Neyse işte... İstanbul'a geliyorum! Kendimi biraz daha bulmaya belki de...

22 Kasım 2009 Pazar

Gelecek yazılar...

Yaklaşık 2 saat önce Yağmuru ve yeni arkadaşlarımızı gardan uğurladık. Tatlı bir yorgunluk ve acısı tekrar kavuşmalarla çıkarılacak bir hüzün var içimde. İki gündür de yazacak aslında çok şey topladım ancak fırsat olmadı ve şu anda da yazamayacak kadar yorgunum. (şaka maka dün bizi deli dürttü 5 saat falan uyuduk). Şimdi yazmazsam unuturum, yazarsam kendimi ifade edemem ve büyük ihtimalle okunmayı güçleştirecek bir sürü hata içerecektir (şimdi bile 1 yazıp 5 siliyorum...). O yüzden en azından gelecek yazıların başlıklarını şuraya not düşeyim ki (çünkü not defterimi kaybettim, evet hıhı, böyledir) Oturduğumda "bişey yazcaktım ama ne?" halleri olmasın.

* üfffffffffff unuttum (ikmysei harflerinden bir küfür yapın işte onu üfffffffffffffff ile yer değiştirin)! Bütün günlerim artık bir rüya gibi (pembe ve güzel olanlarından değil de sabah kalkıp parça parça hatırlayıp asıl önemli kısımlarını unuttuklarınızdan)! Hatırlayınca yazıcam!

* aha bi tane hatırladım: Kadın-Erkek ilişkilerinde erkekler (hatırlatıcı olsun diye anlamsız oldu)
* Eski günlere ağıt...
* İçten sarılmanın önemi...
* Dikkat Anarşist Düşebilir...

İçinde bulunduğum durumu şu şarkının sözleri (ki özellikle nakaratı) çok iyi özetliyor (Teşekkürler Irmak)


Bu geceki tiyatro da çok güzeldi: Dikkat Anarşist Düşebilir. (hakkında daha detaylı bir yazı yazılacak)

Ve son teşekkür de başta Yağmur, Efe ve Efemin ev arkadaşları Ali ile Emre olmak üzere, Ebru'ya, Seda'ya ve Işıl'a gidiyor. Tanıştığımıza gerçekten çok mutlu oldum.



Not: Bu yazı çok dağınık oldu ama bunları yavaş yavaş açıklayacağım. Kendinize dikkat edin, C vitaminli meyveler falan yiyin ya da maydanoz işte ne isterseniz.





19 Kasım 2009 Perşembe

Birkaç açıklama....

Bugün aslında birşeyler karalamak (olmadı yaaa klavye başında, tıkırdatmak mı desem?) istiyordum buraya ancak sayfanın sağ üst köşesinde gördüğünüz ziyaretçi defterini ekleyene kadar canım çıktı ve cumartesi günkü sınavıma "artık" "ciddi ciddi" çalışmam için çok zaman kalmadı o yüzden sadece birkaç açıklama yapayım dedim.

1) Lütfen sağ üstteki "Düşünce Paylaşımı..."nın altındaki bağlantıya tıklayarak düşüncelerinizi benimle paylaşın, çok mutlu olurum. Olumlu eleştirileri de açlıkla bekliyorum.

2) Ziyaretçi defterinde birşeyler paylaşılacak gibi olursa blog'a bir forum da ekleyebilirim ama bilmiyorum zaten internet başına bu kadar bağlanan sizlere altı üstü bir sigara-kahve molası verdiğinizde dinleyebileceğiniz bir müzik ve okuyabileceğiniz düşüncelerimi sunmaya çalışıyorum bir de bunun içine sizi çekmeye hakkım var mı bilmiyorum... zamana bırakalım.

3) "Hissi Kablel Vuku" yazısındaki "anlamadım" seçeneğini veya herhangi bir yazıdaki herhangi bir tepkiyi seçen arkadaş(lar)ın kim olduklarını ne yazık ki bilemiyorum <:( ancak o yazıyı ben yazmama rağmen ben bile anlamadım. Sadece arada sırada aklıma takılıyor "olm gelecekte şöyle şöyle olacaksın heralde, gidişin gidiş değil..." diyorum kendi kendime acaba size de oluyor mu, oluyorsa nasıl aşıyorsunuz diye merak etmiştim ancak kendimi fazla açığa vurup net olmadığımdan bir "ne diyor ki bu çocuk?" sorusu doğmuş olabilir. Paylaşalım hala anlamadıysanız :)

3.1) Bi de yanlış anlaşılmasın o tepkiler önemliler, kimden geldiğini bilmesem de yazdıklarımı değerlendirmem nasıl bir duygu uyandırdıklarını anlamam için iyi bir araç. Tepki verin! :) Tepkinizin karşılığı orda yoksa,orası eksik demektir, söyleyin ekleyeyim :)

4) Çok sosyal biri olsam bir etkinlik takvimi ekleyecektim blog'a, maksat yaptıklarımdan sevdikleri haberdar edip fırsatları olursa yollarımızı kesiştirmek ancak tam buna yeltendiğimde son anda farkettim ki takvim sadece okula derse gittiğim şeyleri aktivite olarak içerecekti (ki onlar da çarşamba hariç hafta içi hergün, ilgilenenlere duyurulur) dolayısı ile çok saçma olacaktı ve kendi asosyalliğimi (veya olma çabamı) suratıma suratıma vurup takip edenlere ilan edecekti, "boşver adaam sen de" dedim ancak bir takvim oluşturabilirim ve siz aktivitelerinizi bulunacağınız yerleri ve zamanları yazabilirsin. Hem belki sonra benim de enteresan bir etkinliğim olur ben de yazarım ya da orda yazdınız diye o tarihte takip edenlerin bazıları karşınıza çıkabilir. Ama şimdi o zaman da "login" zorunluluğu mu getirmeliyim..... Püffff işin içinden çıkamadım.... buna tepki gelmezse yazmamışım sayacağım.

5) Müziklere Burcu'nun hatırlatması üzerine İncesaz ekledim. "Nasıl unutmuşum?" dedim kendime. Aklınıza gelen şarkı olursa lütfen bi şekilde sööleyin. Mümkünse ekleyeyim.


6) Hepinize mutlu günler diliyorum :)

~cihan~

18 Kasım 2009 Çarşamba

Ayrılık da sevdaya dahil...




Her ayrılan terketmiş mi olur?

Yaygın bir inanış var ya hani: "Giden terkediyordur" diye, ben Murathan Mungan'ın aşağıdaki şiirinin verdiği mesajı seviyorum bu konuda.


TERKEDEN

Kimdi giden kimdi kalan
Giden mi suçludur her zaman?
Ne zaman başlar ayrılıklar
Dostluklar biter ne zaman

Her geçen gün bir parça daha
Aldı götürdü bizden
Aynı kalmıyordu hiçbir şey
Değişiyordu herşey, kendiliğinden

Artık çözülmüştü ellerimiz
Artık bölünmüştü yüreğimiz
Birimiz söylemeliydi bunu
Ötekini incitmeden

Kimdi giden kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terkeden
Giden de
bu yüzden gitmiştir zaten

MURATHAN MUNGAN

Bir ayrılığın nedenini, nasıl gerçekleştiğini yalın bir biçimde anlatmış sanırım. Hala bunun ötesinde tutup da eski güzel Türk filmlerinden çıkmış "Beni sevmiyor musun Rifat?" gibi sorular anlamını yitiriyor günümüzde (en azından belirli bir seviyenin üzerinde olanlar için diyelim en azından). Şimdi seviye diyince de okumuşu, cahili, tecrübelisi veya toyu diye ayırmayalım da hayali ve birbirinden farklı iki seviye düşünelim. Bunlardan bir tanesine sevgi yeter de artarken diğeri sevgisinin yanında başka ruhsal-fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir sevgi arar, hiç olmadı iki seviye arasındaki hayattan beklentiler farklıdır, amaçlar ve bunlar adına yapılanlar (yapılması gerekenler) farklıdır.... bööle devam edersem işin içinden çıkamam yani ne öteki kırılsın ne beriki bozulsun diye bitmiycek bu yazı. Kısaca şartlar farklıdır yahu, bazen olmaz da olmaz, olduramazsın. İlişkideki bir tarafın mutluluğu (belki de dolaylı olarak ilişkinin de mutluluğu) diğer tarafın üzüntüsü ve/veya ezilmesi pahasına mümkün kılınıyorsa,bu ilişki nereye kadar gider. Mutsuz olan taraf kabul etse bile bu işleyişi, mutlunun hakkı mıdır önüne sunulanı bir insanın mutsuzluğu pahasına sorgulamaz bir sarhoşlukla kabul etmek? Evet mi..... hayır mı..... Kişisine göre değişir ve değinip de açıklamak istediğim nokta da bu değildi.

Bu yazının konusu aslında "ayrılığın doğal süreci" veya "ilişkinin son noktası: ayrılık" gibi düşünülebilir. Zuhal Olcay'ın yukarıdaki parçası çalıyor mu? Ne dedi orda: .....çünkü ayrılık da sevdaya dahil..... Hiç farketmemişim daha önce bunun bu kadar net olduğunu!
İnsan doğamız gereği (yani herhalde) bir şey iyi gidiyorsa, normaldir, doğaldır, hatta sorun yoktur, fakat ne zaman gri bulutlar belirse sanki işleyişte bir yanlışlık varmış, düzeltilmesi gereken birşey vardır gibi hissederiz. Çoğu zaman da doğrudur ve bu düşünce de o çoğu zamanların tecrübesi olarak işlemiştir "insan doğası"na. Ancak ya birşeyin illa ki kötü gitmesi gerektiğini, onun an itibariyle kötü olduğunu, sıkıntı yaratıp acı vereceğini bilmenize rağmen doğru şey olduğunu (hadi biliyorsunuz demeyeyim de) hissediyorsanız... o zaman n'olacak? Sorun yokmuş gibi üzerini örtüp bir sonraki krizi mi bekleyeceksiniz yoksa hissettiğiniz şey doğrultusunda, diğer tarafı da er geç rahatlatacak, ona birşeyler katacak olan acı kararı mı direteceksiniz? Olaylara bu yazı çerçevesinde sadece siyah ve beyazlarmış gibi baktığımın farkındayım ancak herşeyin net olduğu şartlar altında bile işleyemeyen bir fikre ulaşırsam, doğruluğu ve geçerliliği ne kadar olur ki? O yüzden bir sonraki adıma zemin hazırlamak için bu yazı "katı" baksın bu konuya.
Acı çekmek büyümenin ve olgunlaşmanın olmazsa olmazıdır! (Bu sözden "mazoşistçe acı arayın, bulun ve onu çekin, sadistçe millete acı çektirin çünkü asıl erdem burdadır..." benzeri anlamlar çıkartan arkadaşları gerçekliğe davet ediyorum, çünkü yok öyle bişey, tabi biri psikopat değilse....) Bu yüzden karşılaşıldığında acı çekmesini de bilmek gerekir. Neden mi? Her zaman söylerim: "O elma güneşte bu kadar çok yanmasaydı, tadı nasıl olurdu?" işte bu yüzden!
Kişinin ne istediğini bilmesi için önce istemediklerini yaşamalı sanırım. Üffffffff nerden nereye geldim yaaa müzik bi kesilip bi gelince bütün düşüncelerim sapıyor....

Demek istediğim: Ayrılık terketme değildir, karşı tarafı hatırladıkça. Bir terketme unutma değildir, karşı tarafın fikirlerini her daim kulaklarınızda duyup önem verdikçe... Uzaklaşma yüz üstü bırakma değildir, eğer o zamana kadar karşı taraf öğretmek istediklerinizi öğrenmişse ve illâki konuşmuyorsunuz, görüşmüyorsunuz, işiniz ayrı yolunuz sapa diye bu bir ayrılık değildir, eğer ki sizi hayatınızda bir basamak yukarıya taşıdıysa...
Yarın gidin ayrılın demedim ben! Ayrılık vakti yaklaştıysa şiirdeki gibi, olgun düşünün, zaman kaybetmeyin, acıyı ha bitti ha bitecek diye uzatmayın (Murphy'nin kanunları #34: Tünelin ucundaki ışık, size doğru gelen bir trenin far'ıdır.) çünkü o sonda görünen ışık pek hayra alamet değildir. 
Son olarak: Birbirinizi unutmayın, sevgiyle hatırlayın, kırk yıl bir gün karşılaşınca bir çay-kahve içecek hatrınız kalsın. Sizin yüzünüzden kalmamışsa bu hatır, bütün o ilişki süresini ne yazık ki boşuna geçirmişsiniz ve bu kadar değer veriyorum, bana benziyor kendimi buluyorum dediğiniz kısım meğer kendinizde nefret ettiğiniz parçanızmış demektir.
Bi de unutmayın: Ayrılık er ya da geç gelecektir, ya hazır olur bunu kendinize avantaja dönüştürürsünüz ya da pembe rüyalar ülkesinden gerçekliğin buzlu sularına girdiğinizde duvara çarpmış gibi olursunuz. Ve gerçeklikler ülkesinde küresel soğuma var, zaman geçtikçe sular daha soğuk oluyor.....
"Ölüm Allah'ın emri, ayrılık olmasaydı..." Orhan Veli KANIK.
Not: 1) Kırmızı at, Corci gibi hayali bir kahraman değildir, çok sevdiğim bir dostum, kardeşimdir inşallah ara sıra onun da paylaşımlarını burda görürüz.
2) Burcu'ya teşekküründen dolayı teşekkürü burdan bir borç bilirim. Ben kimse okumuyor, okusalar da sallamıyorlar sanıyordum ancak kendisi meğer ne kadar da benzer-aynı şeyleri düşündüğümüzü, insanların farklı farklı ama temelde aynı olduklarını bazılarının sadece kendilerini daha iyi gizlediklerini bazılarınınsa sadece gerek duymadıkları veya yapamadıkları için bazı ortamlarda kendilerini açığa vurmadıklarını farkettirdi bana. Meğer kendimizi her açtığımızda insanlığı açıyormuşuz cümle aleme... bilememişim.

17 Kasım 2009 Salı

Toplumdaki sevgi eksikliği üzerine...

Hiç farkediyor musunuz bilmiyorum ama toplum(umuz)da bir sevgi eksikliği olduğunu saptadım. Anlayış yok, sevecenlik yok, nezaket, hoşgörü, yardımseverlik, iyilik yok... Sevgi göçmüş bu diyarlardan.

Küçük, izole gettolara benzeyen ve bütün dünya nüfusuyla karşılaştırınca "minicik" kalan, okyanustaki su damlası misali sosyal çevrenizin içinde durumlar nasıldır, bilmem ama herhalde iyidir. Seviyorsunuzdur birbirinizi, anlıyorsunuzdur, hoşgörüyorsunuzdur, yardım ediyorsunuzdur.... Yapıyor musunuzdur? Çıkarınız olmaksızın, bir daha görüşmeyecek olsanız dahi, "yap iyilik at deryaya" mantığıyla da olsa... Yoksa inceden bir çıkar mı vardır ipin ucunda? Olabilir, olsun da! Ancak "çıkar" dediğimde akla hep maddi şeyler gelmesin isterim. Örneğin sokaktaki yaşlı adama gülümseyip "İyi günler!" dediğimde iyi bir karşılık alırsam bu da benim çıkarımdır. Kendimi iyi hissederim, çok şeyden fedakarlıkta bulunmamışımdır. Pişmanlık duymam... Kısaca günüm güzelleştirir.

Tamam masum çıkarlarımız olsun birbirimizden. Hayata zevk katan şeylerdir de bunlar aslında. Peki neyi paylaşamıyor insanoğlu? Dünya yeterince büyük ve çöllerde bile -mevcut teknoloji sağolsun(!?)- tarım yapılabiliyorken toprak da bereketli, yani herkese yetecek yiyecek de var. İnsanoğlunun ilk iki elzem ihtiyacı karşılanabilir. Peki neyi paylaşamıyor insanoğlu? Diyelim ki Tanrı bizi dünyaya gönderdi. İnsan neden kalkıp da "Benim bulduğum parayı, şu hesaba yatırmadan ve benim ülkemin senin ülkendeki şu binasından şu şu evrakları onaylatmadan Tanrının bana verdiği(!?) topraklara adım atamazsın!" der?

Sonuç olarak (diyelim ki) bir alışveriş merkezini gezemeyecekseniz neden oraya gidersiniz? Dünyayı özgürce gezemeyeceksek ne anlamı var ha burda olmuşuz ha 1 kilometrekarelik bir yerde bütün bir ömrümüzü geçirmişiz (ya da heba etmişiz)

Ne diyorlardı: (yanlış hatırlamıyorsam) "Bir zamanlar ağaçlar çoktu ve meyveler boldu, ne zaman ki birisi bir ağacın etrafını çitlerle çevirdi o zaman fakirlik kavramı çıktı" ya da en azından bu anlamda birşeydi.

Dünya'da kötü insanlar var. Buna karşı gelmiyorum. Ancak kötü olarak etiketlediklerimizin bir kısmı zaten Tanrı'nın verdiği şeyleri almak isteyen insanlar (örn: karnı aç olduğu için iş arayan ancak bulamadığında ekmek çalan çocuklar) ve iyi olarak etiketlendirdiklerimizin de çokça bir kısmı henüz kötülükleri gün yüzüne çıkmamış, kendilerini çok iyi gizleyebilen kişiler (ki artık gizlemiyorlar da ama gene de onlara birşey yapılmıyor, en azından benim televizyonda ülkem için gördüklerim bunlar).

Şimdi durum şu: Bir kısım insan dünya üzerindeki kaynaklar üzerinde hak iddia ettiler, kimse buna ses çıkarmadı ve farkedildiğinde artık düzen o kadar sarsılamazdı ki hayatta kalmak için uyum sağladılar. Yanlış anlaşılmasın düzeni bir gecede değiştirmek istemiyorum, zaten tek kişilik iş olmadığı da aşikar. Fakat "herşeyimi alabilirsin ama ruhumu asla!" sözüne ne oldu? Nerde kaybettik bunu? Neden kimse yolda birbirine selam vermiyor? Neden birisi girişimde bulunduğunda hırsızmış gibi bakılıyor? Bu antisosyallik, insandan korkma, hatta yabanilik acaba tecrübe sonucu karakterimize işlenen koruma mekanizmaları mı yoksa artık gölgemizden bile mi korkuyoruz, kendimizden korktuğumuz için mi tanımadık kişilere bir selamı çok görüyoruz? Selam derken kahveye giren adamın "10 puan sevap" kazanması için bir hedef seçmeden ööle ortaya döktüğü "Selamın alyküm"den bahsetmiyorum. Sıcak bir gülümseme, bir baş eğme jesti, bir iyi günler, merhaba, (yalandan da olsa) bir nasılsınız... çok mu...

Devlet bile küçük bir ölçekte düşünüldüğünde bir topluluktur. Herhangi bir topluluktaki bir fert diğer bir üyeyi sevemeden ona ne kadar yarar sağlayabilir veya ondan ne bekleyebilir ki? Ölçeğin ne kadar büyük olduğu farketmiyor. Tanımadığınız birisi için hiçbir zaman karşılığını alamayacağınız bir iyilik yapmak herhalde dünyanın en zor şeyine dönüştü bir ara.

Geçen gün yağmurda gidiyorum. 35-40larında bir amca okul içinde otostop çekiyor. Durdum, aldım. Teşekkür etti. "Almıyorlar..." dedi "almıyorlar... halbu ki herkes 2-3 kişi alsa ne kaybederler" o anda farkettim.Uğruna ne kadar uğraşırsanız uğraşın, isterseniz gecelerinizi gündüzlerinize katın, para denilen kağıt parçalarını kazanın ve onlarla bişeyler satın alın (benim örneğimde araba). O size ait midir? Değildir işte , değildir! Yaktığın benzin senin mi? Harcadığın elektrik, su senin mi? Bunlar hepimizin. Küçük düşünmeyelim. Belki bu adam bana para vermedi veya bir yerde imtiyaz sağlamayacak ama üşütüp hastalanmayacak, yarın işine gelebilecek, belki yapacak belki yapmayacak (iyimser olup işini iyi bir şekilde yapacak diye varsayıyorum), onunla işi olan kişi işini daha kısa sürede bitirecek başka şeylere zamanı artacak.............. bu zincir takip edilemeyecek kadar uzun ve fakat ucu gelip bana dokunacak! Nedenini belki bileceğim belki aklıma bile gelmeyecek (ki büyük ihtimalle ikincisi) ama beni etkileyecek önünde sonunda.

İnsanlar neyi paylaşamaz..... Yarın tanımadığınız birine selam verin olmaz mı hatta ve hatta fırsatınız olursa onunla tanışın. Endişeliyseniz takma bir isim kullanın ama tanışın. Halini hatrını sorun ama bu sefer farklı olsun. Onun sizin amcanız, kardeşiniz, sevgiliniz, veya değer verdiğiniz birisi olduğunu kabul edin. Bir sorununu öğrenin ve ona bir çözüm üretin. Tanrı aşkına üniversitede okuyorsunuz, aklınız ondan daha çok şeye eriyor! Akıl verin. Çünkü o, onun babası veya babasının babası sizin için çalıştı, tarlada, fabrikada, otelde, hademe olarak bir yerde.... ama (bilerek veya bilmeyerek) içinde yaşadığınız toplum daha iyi olsun diye, başka toplumlar önünde başınız yere düşmesin diye çalıştı siz şimdi ona veya onun torununa bir fikir vermişsiniz çok mu? Kaldı ki işe yaraması da gerekmez sadece kendini önemli hissettirdiniz, "bu ülkede yalnız değilim!" fikrini filizlendirdiniz belki de içinde kim bilir? Ancak toplumsal bağlar böyle böyle kurulmuyor mu? Aynı adamın yerinde yarın sizin olmayacağınızın garantisi asla yok yani aslında kendinize yardım ediyorsunuz orda. "...... kendini sayısız parçalara ayırdı ve kendi suretinde insanları yarattı...." yani aslında bildiğiniz bilmediğiniz herşeyi toplayabilseniz ve bir araya getirebilseniz.... evet O'nu yaratıyor. Yani sen, ben, o.... biz "bir"in parçalarıyız ve "bir"e gidemiyoruz gitmemiz gerekirken...

Çıkarları için fırsatları kovalayıp anlamsız bilgileri saklayan, çelme takmaya çalışan insanları bir kenara bırakın, gelecekleri nokta gün gibi bellidir ya çok paralı olacaklar ve bunu harcayacak zaman, ortam bulamayacaklar veya bu kadar karmaşa, kötülük ve nefret yaratan kişileri doğa zaten ayıklayacaktır....

Neyse çok uzattım ve belki de toparlayamadım aklıma heryerlerden üşüşen bilgileri. Kısaca: İyilik yapın iyilik bulun (bulamıyorum diyen bana gelsin ben ona yaparım :P tööbe tööbe)

Yazının şarkı sözü olarak da şu olsun o zaman: Pink Floyd/Hey You - "Together we stand, divided we fall!"

~~Chn~~